Mainz’daki Namık Kemal toplantılarından Frankfurt'a döndük, Aydın Engin'in arabasıyla.
Ankara'dan ayrılmadan, büroda Ali Nun:
Mustafa Abi, demişti, şu dışarı gidip dönenlerin yazdıklarını bir türlü okuyamıyorum. Tatsız tuzsuz şeyler. Git de bir kaybol! Doğru dürüst bir yazı okuyalım!..
Kaç gün oldu buralara geleli, daha yitmedim! Çünkü hemen hemen hiç yalnız bırakmıyorlar. Elimde bir bastonum eksik, kör gibi gezdiriyorlar!
Aman Abi, sen şöyle gel. Kaybolur ne olursun da yazarsın sonra!
İnsanın yitmesine de izin vermiyorlar. Yola çıkarken, Almanya’ya gidecek pek çok yolcunun Türk olacağını biliyordum. Esenboğa'da biletlerimizi işlettikten sonra, pasaport denetimine gitmeden, bir yolcu, polislere verilecek kâğıdı tutuşturdu. Ben almayı unutmuşum daha önce.
Şunu al dedi, dolduracaksın. Şunu da benim için doldur?
Anlamıştım, okuma yazma bilmiyordu. Adı Mehmet Şahin'di. Yirmi yıldır Frankfurt'ta işçi olarak çalışıyordu. Pasaport denetimi sırasında onun işi biraz uzun sürdü. Anlatıyordu:
Her, gidişte, benim işim uzar. Bir Mehmet Şahin daha varmış. O Mehmet Şahin Ankaralı, ben Niğde’nin Ortaköy’ündenim. Aranıyor muymuş, öyle bir şey. Emniyet müdürlüğünden her defasında bir yazı alırım. “Bu Mehmet Şahin, o Mehmet Şahin değil" diye
Yeşilköy'de, bilmiş bilmiş Mehmet'i uyarıyorum:
Mehmet, burada oturmayacaksın ki, taa karşıda bizim yerimiz! Adımlıyoruz, oraya doğru.
Yirmi yıldır gelir giderim; asıl memleketim Almanya’ymış da Türkiye gurbetmiş gibi geliyor!
Eee, ‘insan doğduğu yerde değil, doyduğu yerde" demişler.
Geçen yıl, bir NATO gezisine katılmıştım, bir gazeteci grubuyla.
Nasıl olsa kalabalıktık, yitme ne tehlikesi yoktu! Frankfurt Havaalanı, en büyük havaalanlarından biri. Git git bitmez. Arkadaşlar hızlı mı yürüdü ne, bir ara kimseyi göremedim. Amanın, yitmeyeyim! Bir telaşlandım. Hemen oradaki “danışma”ya gittim:
Brüksel'den gelen yolcuların valizleri nerede?
Üst kata çıkın! dedi adam. Çıkarken, merdivende Amerikan Haberler Merkezi'nden Süreyya Arın'la karşılaştım, o da beni arıyormuş:
Aman, Mustafa Bey, sizi arıyoruz. Neredesiniz?
Hiç çaktırmadan aralarına karışıverdim!
Adnan, her şeyi bilenimizdi.
Arkadaşlar, siz beni izleyin. Aman, paralarınıza ne dikkat edin, vallahi çarpılırsınız...
Havaalanından trene binip “Fulda"ya gideceğiz. Biletleri alacağız.
Süreyya Arın, Adnan'a sordu:
Adnancığım, sende Mark var mı?
Adnan, elini cebine sokup para çıkarmak için, çantasını yere bırakmış. Birkaç saniye geçti, geçmedi. Adnan:
Eyvah çantam, dedi. Kıvrandı. Çanta gitmiş! İçinde paraları, pasaportu her şeyi. Herkes gerçekten üzüldü mü, yoksa üzülür gibi mi yaptı, pek anlayamadım, “iyi ki, benim başıma gelmedi!” diye mi düşünmüştük? Adnan'ın o telaşlı hali, hiç gözümün önünden gitmez...
Bu kez, uçakta çarşaflı bir kadın vardı; “Bu nasıl bulacak yolunu?" diye düşünürdüm. Dışarı çıktığımda gördüm, benden önce çıkmış ya araba bekliyor ya kendisini karşılayacak olanı...
Valizlerin orada, Aydın Engin’le Ekim’i beni bekler buldum. Nasıl seviniverdim. Yıllar var, Aydın'ı da Oya'yı da görmemiştim. 12 Eylül'den beri sığınıktılar. Evde Oya’ya takılıyordum:
Bak, döneceğiz diyorsunuz, ama Türkiye'de evlerde sıcak su yok, öyle kahvaltıda dört beş çeşit peynir de yok. Siz bilirsiniz, dönünce pişman olmayın da! Benden söylemesi...
Emek, buraya geldiğinde bir yaşında var, yok. Almancası Türkçesi’nden iyi. Oya'yla Aydın, Viyana'yı aradılar. Orada sığınık yaşayan Halil Erdem’le konuştular. Oğlu olmuş, adını Umut koymuşlar. Oya:
Böyle durumlarda doğan çocukların adları hep Umut olur! dedi.
Erşen Şansal da buralarda, daha görüşemedim. Akın Birdal yola çıkacaktı, aylar sonra pasaportunu alabilmişti. Ne oldu acaba?
Frankfurt'ta Aydın Engin, oğlu Ekim, Frankfurt Hayvanat Bahçesine gittik. Ahmet Haşim gitmiş ya gidip görmemek olmaz. Yaşlılar için özel izlenceler düzenleniyormuş hayvanat bahçelerinde. Huzurevlerinden alınıp getiriliyorlar kadınlar, erkekler. Bir insanla konuşmaya da öyle susamışlar ki yaşlılar. Konuşacak birini bulsunlar da...
Hayvanat bahçesinin içinde bir de tiyatro var. Aydın, yeni geldiğinde görmüş, tiyatronun helasında, şöyle yazıyormuş:
“Türkiye'deki Tosun, burada da hizmetinizde..."
Frankfurt’ta, Türk işçilerin yaşamlarını izlemeyi kuruyorum kafamda. Frankfurt'ta, yabancıların giremediği yerler de var, örneğin, büyük bankaların, şirket merkezlerinin tam göbeğindeki Eski Opera (Alte Oper)’nın çevresindeki kahveler pek yabancılara göre değilmiş. Stern Dergisi'nin ünlü röportaj muhabiri Gerhard Kromschröder’in birkaç yıl önceki acı deneyimi belleklerden çıkmamış. Ünlü Opern Kafe'ye Türk kılığında girip bir bira içmek isteyen Kromschröder, kıçına tekme yemese bile, ona yakın bir davranışla karşılaşmış, kendini kapının dışında buluvermiş. Buradaki yabancılar, her ne kadar -örneğin Berlin'deki Kreuzberg'deki gibi- tam bir “getto” yaşamına girmemiş olsalar da gettolar oluşturmamış bulunsalar da kentin çok yerleri artık ağırlıklı olarak yabancılara parsellenmiş gibi. Bornheim Türklere, Griesheim Yugoslav'lara, Gallus Viertel Yunanlılara, Sacsenhausen İtalyanlara ayrılmış gibi. Buralarda başörtülü bir Türk kadınının temizlik işlerini yaptığı çok katlı binanın önünde saçları eflatuna boyalı bir punk kızla söyleştiğini. Yunanlı bir işçinin, Yugoslav arkadaşına randevuevinde bir Yugoslav kızını nasıl kucakladığını anlatıp, eğlenişini, Faslı bir çöpçüyle İtalyan pizzacının tarzanca, ama saatlerce söyleştiklerini gören Frankfurtlular hiç de şaşırmazlarmış...
Geçmiş yıllarda -12 Eylül’den önce- Ruhi Su da gelmiş buralara. Hasan Hüseyin gelmiş. Ruhi Su'nun “Görünen" başlıklı şiiri, buralarla ilgili. "Ezgili Yürek” kitabında var. Sümerya Çakır'dan alıp okudum. Şöyle:
“Almanya'da topraklar / Aynı bizimki gibi / Ağaçları görgüsüz cahil I Ne Beethoven'i bilen var ne Spartakistler’i / Nerde dünya durdukça duran / Çınarlar bizimki gibi.
Bir adam gördüm Frankfurt'ta / Noel ağacının dibinde / Kasketini açmıştı gözleri yerde / Yoksulluğun utancı aynı bizimki gibi / Memleketim diye kucakladı işçilerimiz bizi / Biri ağladı usul usul boynumda durdu / Uykuda kaymış da sanki yüzleri / Bıyıkları aynı bizimki gibi.
Ellerim ayaklarım gibi buldum / Hiçbir şeye şaşmadım da I Neden takılı kaldı aklım / Bizim bebelere Almanya'da / Adları kalmış ancak / Söylenen bizimki gibi "
26 Nisan 1988, Cumhuriyet