Eski polis müdürlerinden Fevzi Karaman, Ankara'da öldü. Geçen hafta cuma günü, doğum yeri olan Hopa'da toprağa verildi. Yürek durmasından ölmüştü. İlacını bile ağzına alamamıştı. Amerika'lara da kimse göndermedi. (Bu arada, Turgut Bey'e, 'Geçmiş olsun!' demek isterim)
Yıllarca görev yapmıştı. Polis müdürlerine, daire başkanlıklarına dek yükselmiş, ancak gerici iktidarlar gelince emekliliğini istemiş, ayrılmıştı. Fevzi Karaman okurumuzdu. Arada bir, gazetedeki küçük odama gelir, saatlerce otururdu. Çok inceydi.
Sen sizi çok rahatsız ediyorum, ama görmeden, konuşmadan edemiyorum, derdi. O günün önemli bir konusunu açar, düşüncelerini söylerdi. Dil Tarih'e gitmiş, bir de arkeoloji bitirmişti. Trabzon'un “Sumela”sına aşıktı. Karadeniz’e gitti mi, kesinlikle Sumela'dan, oralardaki siyasal gelişmelerden söz eden mektuplar gönderirdi. Bunların çoğunu yayımlayamazdım. Anlayışlıydı.
Sizin işiniz çok, konunuz çok, fırsat bulursanız yayımlarsınız... derdi.
Büroya gelen arkadaşlara, Fevzi Karaman'ı tanıştırırdım:
Emekli emniyet müdürlerinden Fevzi Karaman, benim dostum! derdim.
Bazı okurların, bir emniyet müdürü ile tanışırken, şaşkınlıklarını sezerdim. İçlerinden, “Canım, ne de olsa polis işte! Ekmekçi'nin yanında ne arıyor acaba?” diye geçirdiklerini anlardım. O da anlardı. Kuşkucu okurla, az sonra sıkı dost olduklarını görür, onlar konuşurken ben işime, telefonuma bakardım.
Bir gün Semavi dinleri küçük düşürenleri cezalandıran yasa, Mecliste daha görüşülmeden, bu konuda bir mektup yazdı, gönderdi. Ankara'dan mektup gönderirdi. Ankara'ya Mektup oldukça sertti. Başına dert açacak tümceleri çıkararak yayımladım. Sonra, yayımlandığı için teşekküre geldi içi de doluydu.
Sayın Ekmekçi, yasa temelinden sakat! Bizim insanımız Allah'ına söver de, sever de! Bu ikisi arasında bir şey, buna kimse karışamaz! Tavlada zar gelmez, Allah'a söver, işi ters gider Allah'a söver, sonra da tövbe eder, bu böyledir...
Mektubun yayımlanmasından az sonraydı, bir gün telefon rehberinden telefon rehberinden telefon numarasını bulan bir tutucu, Feyzi Karaman'ı arar:
Ekmekçi'ye yazdığınız mektubu okudum, o ne biçim şey öyle! gibisinden gözdağı vermek ister.
Fevzi Karaman'ın Karadenizli tepesi atar:
Ne demek isteysun?
Görüşelim!
Görüşelum! Ama, nerde? Ben seni tanımayrum!
Ben sizi tanıyorum, der tutucu adam Kızılay'da Gima'nın önünde, saat 12.00'de bekleyeceğim
Geleceğum! der Fevzi Karaman, olayın gelişmesini daha sonra şöyle anlattı:
Sayın Ekmekçi, 11.30'da evden çıktım, (Yenimahalle'de otururdu) dolmuşla Kızılay'a indim. Evden çıkmadan, sandığı açtım, tabancamı belime soktum. Ben tabanca hiç taşımam, ama taşıma iznim var 'Ne olur ne olmaz diye’ aldım. Kızılay'a Gima'nın önüne geldim. Adam, kim acaba? Bana nereden saldıracak bilmiyorum. Sağa sola bakınıp öyle bekliyorum. Sonra, eve döndüm. Eşim söyledi, ben çıktıktan sonra, bir adam aramış, 'Fevzi Bey'le görüşmek istiyorum' demiş. Eşim:
Biraz önce tabancasını beline takıp çıktı, nereye gittiğini bilmiyorum! deyince, adam telefonu çat diye kapamış...
O anlatırken, ben gülmekten kırılıyordum.
Fevzi Bey, sahi Kızılay'ın göbeğinde düello edecek miydin?
Yok canım, ama önlemini almak lazım. Ne olur ne olmaz diye, tabancamı aldım! dedi.
Güvenlikte, işkencelerden, işkencecilerden yakınırdı. Hiç işkence yapmadığı için kıvanç duyardı. Açık sözlüydü, bir gün sormuştum:
Peki, mektupları açar mıydınız?
Ben açmazdım, ama açılırdı. Bu görevdeki arkadaşım, yakın masada çalışırdı. Nazım Hikmet, Türkiye'den kaçtıktan sonra, dışarıdan yolladığı mektuplar açılırdı. PTT’den bize gelir, açılıp okunduktan sonra Münevver Hanım'a gönderilirdi. Tabii açılıp kapanırken zart yıpranır, mektubun açıldığı belli olurdu. Bazen de, Nazım’ın mektuplarını açmadan gönderirdik Münevver Hanım’a. Münevver Hanım, mektubunu açmadan bize yollar, 'Mektup galiba açılmamış' derdi. Biz, bundan çok utanırdık!
Bir gün şöyle bir olayı anlattı Fevzi Bey:
PTT’den yine bir dolu mektup gelmişti. Masa arkadaşım, açarken birini bana gösterdi, ‘Bak dedi, oku!’ mektup bir ihbar mektubuydu. Yıl, 1961-62'ler, Talat Aydemir'in ihtilal girişiminden önce. Mektubu yazan adını vermiyor, ancak ‘Talat Aydemir'in yakında ihtilal girişiminde bulunacağını’ yazıyordu. Başbakan o zaman ismet Paşa. Arkadaşım:
Ben bu mektubu, Başbakan'a haber vereceğim! dedi.
Haber verdi. İsmet Paşa:
O mektubu bana getirin, mektubu açan da gelsin! demiş. Arkadaş gitti. İsmet Paşa, ihbar mektubunu okumuş, sonra hafifçe gülümseyerek, 'Mektupları bir daha açmayın' diye azarlamış...
Bu olayı, çok önceleri, bir “Ankara Notları'nda yazmıştım. Mektubu açan arkadaşının adı Vedat'tı, ama ben “V” diye yazmıştım Fevzi Bey bir gün geldi:
O, mektup açan arkadaş vardı ya, dedi, üç gün önce öldü!
Fevzi Bey’le kimileyin bir resim sergisine birlikte gittiğimiz olurdu.
Bir gün birçok galeriyi dolaşmış, görmediğimiz sergileri görmüştük.
Fevzi Karaman ölünce, çocukları, yeğenleri, yakınları beni de aradılar. Bir dostumu yitirdiğimi biliyorlardı...
* * *
Ankara'da bir dolu sergi vardı. Tanbay'da, Muştafa Altıntaş'ın resimleri ilginçti. Fotoğraf desen, değil. Ama fotoğraf gibi, öylesine ustalıkla yapılmış. Mustafa Altıntaş'la, Paris'te tanışmıştım. Ataol'la birlikte, işliğine (atelyesine) götürmüş, orada somon balığı ile şarap içmiştik. Tanbay'da sergi açacağını o zamandan biliyordu ya, elim değmedi, yazamadım. Mustafa Altıntaş, Cumhuriyete Paris'ten sanat yazıları yazıyordu. Mustafa Altıntaş'ın sergisiyle ilgili, yakında Doç. Dr. Cengiz Güleç'in bir yazısı çıkacak Cumhuriyette.. Erdal Bey, Altıntaş'ın sergisine çiçek gönderdi.
Ülkü Yalım'ın, “çıplaklar”ı, Ankara Sanat Kurumu’nda sergilendiğinde, Gönen'deydim. Açılışa gidemedim ama, sonra gördüm. Ülkü'nün bir yanda çıplakları, bir yanda gecekonduları. Sergi kapanmadıysa görün.
Gönül Duranoğlu'nun sergisi, Türk-İngiliz Kültür Derneği'ndeydi. Mustafa Şerif Onaran, Özel Arabul, kızı Ece Arabul, yayıncı Melih Ergun Sanat Kurumu yöneticileri de, Özer Arabul, Mustafa Şerif’e:
Biz Sayın Ekmekçi'yle üçüncü kez tanışıyoruz! dedi, öyle utandım ki…
Milli Piyango “Talih Kuşu” Sanatevi'nde de Kayıhan Keskinok'un öğrencilerinin sergisi vardı, öğrenci deyince, öyle çoluk-çocuk değil, emekli olanlar var aralarında “Sanat Yapım-Keskinok İşliği”nden bunlar. Prof. Sadun Aren'in eşi Munise Aren, en yeni öğrencilerden, üç aylık. Ressamlar içinde bir mi, iki mi erkek var, gerisi bayan. Ressamların adları şöyle:
Sezai Kara, Alev Atılgan, Bilge Amcaoğlu, Nermin Ayrım, Aynur Pehlivanlı, Yaşar Ercoşkun, Sitare Tolunay, Gülten Gökay, Yurdanur Özdinç, Günsel Ural, Özgül Sungur, Yücel Bayar, Meziyet Kurgan Melihe Tekin, Nursel Akalın, Zahide Akalın, Zahide Yükseler, Celal Öztürk, Nesrin Demirel, Kaniye Göral, Necla Bulut, Güneş Sümer, Munise Aren, Meral Bingöl, Ayten Timuroğlu, Gönül Ongun, Yüksel Tansel, Güzin Kaya.
Kayıhan Keskinok, herkesin resim yapabileceğini, resmi sevebileceğini gösteriyordu, öğrencilerinin sergisiyle. O tam bir eğiticiydi. Gazi Eğitimde resim öğretmeniyken, ,İsmet Paşa, geldiği bir gün, Kayıhan Keşkinok'la görüşmüş, resim anlayışı ile ilgili geniş bilgi almıştı. Orhan Ural anlatmıştı, fıkra şöyle:
“Biri bir papağan almak ister. Papağan satıcısına gider, fiyatlarını sorar. Adam, ilk papağan için 'Bir milyon lira' der: 'Aman, nasıl olur, bir papağan bir milyon olur mu?' diye karşı çıkar. İyi ama, der adam bu papağan üç dil biliyor!', 'Peki şu papağan?, 'O beş yüz bin lira, bir dil biliyor' Alıcı, üçüncü papağana bakar. Herhalde o daha ucuzdur' diye düşünür. Onu sorar. Satıcı, 'O papağan, der, iki milyon!' Alıcı:
Nasıl olur yahu der, onun ne özelliği var?
Bu ikisi de ona 'Hocam' diyorlar!”
12 Mart 1987, Cumhuriyet