Fehmi Yavuz’un Anlattıkları...

“Mülkiye Bolosu”nda, 50 yıllık mülkiyelilere ödül verilirken, ödülü vermek üzere, Prof. Sadun Aren de mikrofona çağrıldı. Aren yaşlı bir Mülkiyeliye ödülünü verip masasına geçti. Ödul alanlardan biri de, aynı masada oturmaktaydı. Konuştular. O, Sadun Aren’e sordu. Sadun Aren, Özyaşamını anlattı. SBF'de öğretim üyesiyken politikaya atıldığını. 1965’te milletvekili seçildiğini, 12 Mart döneminde tutuklanarak hapis yattığını söyledi. Soran, yaşlı Mülkiyeli dinliyordu. Aren, 19742de af çıktığını, ancak meclisteki engellemeler yüzünden, 141 -142’ye girenlerin aftan yararlanamadıkların, konunun Anayasa Mahkemesine gittiğine, orada sonuca bağlanarak cezaevinden çıktığını anlattı. Ödül alıp az önce yerine oturmuş olan 50 yıllık Mülkiyelinin gözleri ışıl ışıldı.
Prof. Sadun Aren’e şöyle dedi:
— O kararda benim de imzam var!
50 yıllık Mülkiyeli, Anayasa Mahkemesi emekli üyelerinden Ali Kemal Berkem’di!
Gündüz, SBF’de yapılan törende Prof. Fehmi Yavuz'un espirili bir anlatımla anılarını aktardığına son “Ankara Notları”nda değinmiştim. Hoca’nın anılarının üç yüz, beş yüz kişide kalmasına gönlüm elvermedi. Bu, “Ankara Notları”nda, onların bir bölümünü yansıtmak istiyorum. Prof. Fehmi Yavuz, 1954'lerden sonra. Mülkiyeyi yüksek okul yapma girişimlerini anlatırken şöyle dedi:
“Demokrat Parti iktidarı 1954'den sonra halkın, özellikle aydın kişinin sevgisini, sempatisini, saygısını adım adım yitirmeye başladı. Ben, 1953 - 1955 yıllarında Londra’daydım. Sonradan gelenlerle bu konuyu arasıra tartışıyorduk. Ben Demokrat Parti’den hâlâ bir şeyler beklenebileceği görüşünü savunuyordum. Yeni gelenler ise:
— İşler çok değişti; senin bıraktığın Demokrat Parti iktidarı hızla geriliyor! diyorlardı.
Bu görüşte olanlara yurda döndükten sonra ben de katıldım.
Dekanlığım sırasında, o zamanki Milli Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu'nun makam odasında geçen bir olayı dile getirmekte yarar görüyorum.
Benderlioğlu ile, o Ankara Belediye Başkanı iken, oldukça sıkı işbirliği yapmıştık. Milli Eğitim Bakanı olduktan sonra arasıra buluşuyorduk. Bunlardan birinde, Odasında bulunan bir kişiye beni” “Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı” diye tanıttı. Adam, hal-hatır sormadan saldırıya geçti, şöyle dedi:
— Atıf Bey, Siyasal Bilgiler başlangıçta bizim yanımızda idi, şimdi döndü!
Ben, Benderlioğlu'na:
— Atıf Bey beni tanıttınız ama, benim kim olduğunu söylemediniz. Onu öğrendikten sonra yanıtımı vereceğim! dedim. Benderlioğlu, aklımda kaldığına göre, Tekirdağ milletvekili bir doktor olduğunu söyledi. Ben:
— Biz hiçbir zaman filan partinin yanında, ya da karşısında olmadık. Biz hep Türk ulusunun yanında olduk. Padişahlık döneminde bile iktidarın kulu, kölesi olmadık. Başlangıçta siz, halkın yanında göründünüz ve aynı saflarda yerimizi aldık. Sonradan siz adım adım halktan uzaklaştınız, biz ise halkın yanındaki yerimizi koruduk. Böylece, bizden ve halktan uzaklaşan siz olmuyor musunuz? dedim…
Benderlioğlu o kişiyi, uygun biçimde yolcu etti. Biz de teknik konuşmamızı sürdürdük.
Bu olay ve benzerleri, iktidar çevrelerinin SBF'yi cezalandırmaya hazırlandıklarını gösteriyordu. Zafer gazetesinde 5 Şubat 1960 günü gazetenin birinci sayfasında, 10 Demokrat Partili milletvekilinin SBF'yi, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir yüksek okul durumuna gedmek için hazırladıkları kanun tasarısını TC Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sundukları haberi yer alıyordu. O haberi, o gün Ankara Radyosu da 19.00 ve 22.45 bültenlerinde verdi.
Konuyu, birkaç ay önce “Prof. Dr. Ahmet Şükrü Esmer’e armağan” adlı kitapta ele aldım. Yazımın başlığı “Üniversite'nin Kırşehir'i Siyasal Bilgiler Fakültesi'dir.” idi. (DP İktidarı, Kırşehir’i İl'ken ilçeye çevirmişti.)
Prof. Fehmi Yavuz, anılarının sonunda da şöyle dedi.
“Bu tür konuşmalar genellikle “öğüt”le biter. “Ben bu sakalı değirmende ağırtmadım. Ben neler gördüm, kimlerle karşılaştım...” gibi sözler çağın gerilerinde kalmıştır. Yine de geleneğe bir ölçüde uymayı deneyeceğim.
Konuşmanın başlarında, üç yıl köy öğretmenliği yaptığımı, bugün de köy konularına karşı ilgimin sürüp gittiğini söyledim. Gecen hafta, Kula’ya gittim öğretmenlerin düzenlediği “Başöğretmen Atatürk” törenlerine katıldım. İzmir'e de uğradım ve yarım yüzyıl öncesinin göz ağrısı olan bir öğrencimi evinde ziyaret ettim. Anılarımın başında Mustafa Keçeli (Mustafendi) için söylediklerimi bu öğrencim için de söyleyebilirim.
Bu ülkenin insanları Ankara’da, İstanbul'da oturmakla, fildişi kuleler içinde kalmakta sevilemez, tanınamaz. Köylünün, halkın bilinçlenmesi için caba göstermek hepimizin görevidir. Bunda başarı sağlamak için bir süre halkın, özellikle köylünün yanında, yakınında olmak gerekir.”