Mecliste, yeni milletvekillerinden çoğu, ant içme sırasında, metni okurken takılıp tökezlediler. Bunda yanlış okuyanların bir kusuru yoktu, çünkü öncelikle metin çok kötü yazılmıştı, yanlıştı. Kapatılan Türk Dil Kurumu’nun eski genel yazmanı Ömer Asım Aksoy’a, metnin doğrusunun nasıl olması gerektiğini sordum; bu konuda Dil Derneği’nin çıkarmak için hazırlıklarını sürdürdüğü "Çağdaş Türk Dili Dergisi"ne bir yazı yazmayı tasarladığını bildirdi. Şöyle dedi;
Ant metnini bir tümce olarak düzenlemişler; bu dört tümce haline getirilirse, sıkıntıların çoğu giderilebilir. Ant metnini en sondan başlayarak, bunu yeniden düzenledim. Şöyle:
"Büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim ki; devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağım.
Hukukun üstünlüğüne demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağım.
Toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, herkesin İnsan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve anayasaya sadakatten ayrılmayacağım..."
Ömer Asım Aksoy, bu düzenlemeyi, hiçbir sözcüğü değiştirmeksizin yapmıştı. Aksoy, “İçindeki sözcüklerin Türkçeleştirilmeleri ayrı mesele" diyordu.
Ant içenlerin çoğu, “inkılâp" sözcüğünü “inkilâp”biçiminde yanlış söyledi. Bir dilci arkadaşım da şöyle dedi;
Ant İçenlerin sözleri bantlardan dinlenmeli, "inkılâp"ı, "inkılâp" biçiminde söyleyenlerin antları geçersiz sayılmalıdır. Çünkü, "inkilâp" "kelpleşme" demektir ki, bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur...
"İlke" sözcüğünden sonra, "inkılâp" sözcüğü doğru da söylense, sakatlık kaçınılmazdı. "Devrim" sözcüğü dururken, “İnkılâp" sözcüğünde direnenlerindir başlıca sorumluluk...
Meclisteki olayların başında, Cumhurbaşkanına ayağa kalkıp kalkmama konusu geliyordu. Anayasa Profesörü 1402’lik Bahri Savcı'ya sordum bunu da, şöyle karşılık verdi:
Türkiye Büyük Millet Meclisi, ulusal egemenliğin an yüce temsilcisidir. Ondan büyük kimse yok, anlamına, "Türkiye Büyük Millet Meclisi" denilmiştir. Bu, tarihsel bir oluşumun zorunlu sonucudur. "Meclis-i Mebusan” değildir. Başkanlık Divanı da bir yüce organdır. Tarih, Türkiye için herşeyin bu Yüce Meclis'te çözülebileceği ve çözülmesi gerektiği, böylece halife, sultan ve benzeri gibi hiçbir makamın onu velayeti, vesayeti altına almaması gereği Mustafa Kemal’ce anlaşılmıştır. Böylece bu yüce Meclis, devlet konstitüsyonunun üst makamı olarak belirtilmiştir. "Büyük" niteliği vardır ama, bu da modern çağda sınırlanmıştır. Meclis Başkanı kimseye ayağa kalkmaz. Ayakta, hazırol vaziyetinde durmaz. Milletvekilleri de öyle. Meclise gelen devlet başkanı, kral da olabilir; ayağa kalkıp kalkmama, basit bir mücamele (karşılıklı güzel davranış) gereğidir. Zorunlu birşey değildir. Mücamele de, muhataba göre incelik, biçim, üslup kazanır...
Cumhurbaşkanı Evren’in, konuşmasında, "işkence" konusuna hiç değinmemesi gözlerden kaçmadı. Günlerdir gazetelerde, Nihat Sargın ile Haydar Kutlu'ya işkence yapıldığı savları yazılıyordu. Geçtiğimiz hafta sonunda toplanan “Birinci İnsan Hakları Kurultayı”nda, bu konu ele alındı. Erdal Bey, "Eğer bu seçimde iktidara gelseydik, bütün bu haksız uygulamaların hepsini bir iki ay içerisinde ortadan kaldıracaktık ve sorumlularını mahkemelere götürecektik" dedi.
Burada, sorulması gereken şudur: Kenan Bey, işkenceden yana mıdır, değil midir? Konuşması sırasında buna açıklık getirseydi, ne iyi olurdu?
İnsan Hakları 1. Kurultayı yayımladığı bildirinin 4. maddesinde “işkence" konusuna değindi. Madde şöyle.
"Ülkemizde bir sorgulama yöntemi olarak uygulanan işkence, İnsan yaşamına ve onuruna karşı en ağır bir saldırı ve bir insanlık suçudur. Herkes, her koşulda bu insanlık dışı uygulamadan korunmalı, işkence suçu mutlaka ve en ağır biçimde cezalandırılmalıdır. İşkence yasağını denetime bağlayan uluslararası sözleşmeler zaman yitirilmeden imzalanmalı ve onaylanmalıdır..."
17 Aralık 1987, Cumhuriyet