Geçen hafta 3 eylül pazartesi günü çıkan “Arapça değil mi?” başlıklı "Ankara Notları”nda, okullarda Arapça derslerine değinmiş Reşat Nuri Güntekin'in Fransız oyun yazarı Paul Tristan Bernard'dan uyarladığı, "Arapça değil mi, uydur uydur söyle” yapıtını anmıştım. Bizden önce yazıp çizenler, konuları ne güzel işlemişler. Bu oyundan bir bölümü bugün aktarmayı düşündüm:
Kâtip (Elinde anahtarlarla içeri giren odabaşıya)
Salih Efendi, Arapça tercümanı geldi mi?
Salih Efendi — Bugün de gelmedi beyim.
Kâtip — Peki ama, Kahire Oteli tercümansız olamaz ki. Müşterilerimizin kısmı azamı Mısırlı.
Salih Efendi — Benim bir hemşerim var. Hafız İdris Efendi, iyi adamdır, yirmi sene medresede okudu, Arapçayı iyi bilir. Bir iki gün onu alalım, sayenizde o da beş-on para kazanır. Demin beni görmeye gelmişti. Otelin kahvesinde nargile içiyor. Emrederseniz işe başlatalım.
İdris (Salih'le girer, şaşkındır) — Gerçi yirmi otuz yıl medresede okuduk, âlâ kader’il istitâe (gücümüz yettiği kadar) lügat, kavaıd biliriz, illa tekellüm edemem (ancak konuşamam).
Salih Efendi — Ne ziyanı var. Şuradan beş on para almaya bak.
İdris — Buraya çok Arap gelir mi?
Salih Efendi — Bilinmez. Arapların dediği gibi, alabahtek (kısmetine)! Ben bile tek tük söylüyorum. (Hoca’nın lata'sını çıkararak frak giydirir) Burada âdettir. Tercümanlar böyle giyinirler.
İdris — Hey yarabbi! Şu züğürtlük adamı ne boyalara boyuyor, Allah vere de rezil olmasak!
Salih Efendi — Yok canım, korkma, Arapça değil mi, uydur uydur söyle!
(Telefon çalar, kâtip telefona)
Burası Kahire Oteli! Ne söylüyorsunuz efendim? (İdris’e) Hoca Efendi, Arapça söylüyorlar. Buyurun, konuşun.
İdris (kendi kendine) — Hey yarabbi, ben telefonda Türkçe bile konuşamam (Şaşkınlıkla telefonu önce ağzına, sonra kulağına götürür.)
Salih Efendi — Ne söylüyorlar?
İdris — Arapça söylüyorlar!
Kâtip — Arapça söylediklerini ben de biliyorum. Ne istiyorlar?
İdris — Hiç, hani, ehemmiyetsiz şeyler, selam, kelam.
Kâtip — Canım hocam, selam kelam olur mu? Elbette bir istedikleri var.
İdris — Elbette, elbette... Yani istiyorlar. Bunlar birtakım Araplar. (Kendi kendine) Bir şey atmalı. Otelden odun isteyecek değiller ya! (Yüksek) oda istiyorlar.
Kâtip — Ne vakit için, hangi katta?
idris — Şey, yani... Gelecek salı, üçüncü katta.
Kâtip — Üçüncü katta boş oda yok. İsterlerse dördüncü katta, iki güzel oda ayırırız. Haydi söyleyin. (Hocanın alık alık bakmasına karşı) Ne bekliyorsunuz canım?
İdris — (Kendi kendine) Medet senden ya Resulallah. (Telefona) Selase tabaka mafiş hücre. Ve amma erbaa tabaka isneyn hücre, tehi ve hali. Ve pek güzel manzaratuha f’il bahir. V'el Çamlıca, V'el Kayışdağ, ila Keşişdağ (Telefonu kapar) odaları istiyorlar.
Kâtip — Ne kadar ağır konuşuyorsunuz?
İdris — Bunlar fasih Arapça bilmiyorlar, anlaşılsın diye. İstersem, hızlı da söyleyebilirim (Sür’atle) İ'lem inne ebvaben hamseti; nasara, yansiru, nasren, nasirum, lem-yansır (Okullarda öğrencilere öğretilen fiil çekimi)
Kâtip — Ben bu Arapçayı hatırlayacak gibiyim ama...
İdris — İşte, fasih, beliğ, selis Arapça budur...
* * *
Prof. Dr. Emel Doğramacı Arapçayı iyi bilir. Kerkük'te çocukluğunda öğrenmiştir. Doktorasını verirken de, yabancı dil olarak "Arapça” vermiş, asistan, doçent, profesör olmuştur. O zamana dek, doktora sınavlarında Arapça yabancı dil olarak benimsenmiyordu. Kapıyı Emel Doğramacı açtı. Şimdi o kapıdan bakalım kimler geçebilecek?
Ankara’da, İstanbul'da otellerde çevirmenliği Arap öğrenciler yaparlar Farsçayı da İranlılar.
Taşucu'nda dinlemiştim Çetin Yılmaz’dan: Halk, bir kişinin işleri yolundaysa, onun için "eşeği gölgede" dermiş. Eşeği güneşteyse yandı. Emel Hanım'ın da eşeği gölgede!
Turgut Bey, ilkokulu Silifke’de okumuş; eşekten düşmüş. Kolu kırılmış, uzun süre sarılı gezmiş. Hafize Hanım, öğretmenmiş Silifke'de. Başına şapka giyer, okulda çocuklara temsiller hazırlatırmış. Öyle bağnaz filan değilmiş. Korkut Özal ise, çokça monologa çıkar, temsillerde izleyenleri gülmekten kırar, geçirirmiş. Hafize öğretmenin sonradan türbanlara bürünmesi düşündürüyor kişiyi...
12 Eylül 1984, Cumhuriyet