Emeklilerle Emeksizler...

Ziya Gökalp, Orhan Asena'nın büyük dayısıymış. Bilmiyordum, bir konuşmamız sırasında söyledi Asena. Ziya Gökalp'ın Mustafa Kemal'i etkilediğini çok yerde okudum. Gökalp'ın şu dizeleri de etkilemiş miydi?

«Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur. / Köylü anlar manasını namazdaki duanın... / Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur. / Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın...»

Her şeyi işlerine geldiğince kullanan bazı tutucular. Ziya Gökalp'ı da, bu aydın kişiyi de çıkarları için bayrak yapmak istediler bir dönem. Irkçı tutucular, yukarıya aldığım dizelerini hiç anmazlar onun... Osmanlı döneminde başlattığı akımı kullanmak isterler. Oysa Ziya Gökalp, kendini çoktan aşmış, geliştirmiştir. Onun ilk adımlarını izleyenlerse, gerilerde kaldılar...

Ziya Gökalp’ın çalışmaları, yaşamı ile ilgili geniş bilgi var, Orhan Asena’da. Onları yayınlamasını dilerim.

An Türkçeyle ilgili tartışmalar, kavgalar yeni değil. Ataç'ın «Dergilerde» yapıtı, 1950'lerde bu yolda verdiği savaşımları da anlatıyor. O zaman, özleşmeye karşı çıkanlar, baktım şimdi karşı çıkanların ağababaları... Birinin bugün okunacak, okunabilecek ne bir yapıtı, ne bir dizesi kalmış. Unutulmuş gitmişler. Yaşayanlar, bir köşede yazanlar da körün değneğini bellediği gibi, eski bildiklerini okuyorlar...

Onlara katılmak isteyenlerin de, güçleri yetmiyor. Bir süredir, TRT'de bir moda vardı, tutunmuş, herkesin kullandığı sözcüklerin Osmanlıcalarını arayıp tarayıp, onları kullanmak modası...

«Algılamak», «anı», «bilimsel», «eleştirmen», «etkilemek», «olanak», «onurlu», «onursal, «kanıtlamak» sözcükleri yasaklananlar arasındaydı. «Yerel» yerine «mevzii» ya da «mahalli» denecekti!

Olmadı. Tutmadı işte. Birkaç gündür bakıyorum TRT'de Türk Dil Kurumu'nca üretilmiş, tutunmuş sözcükleri kullanıyorlar haber okuyucuları.

Dili de bir ülkenin ozanları, yazarları sevdirirler, yayarlar. Tutundururlar yeni sözcükleri. Yıllarca üniversitede öğretim üyesi olarak emek vermiş, emekli olmuş yazar Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nu dinledim TDK'ndaki topluçalışmada (seminerde)...

Şöyle başladı konuşmasına Velidedeoğlu:

«Bizim kuşağın iki ayağı da, dil bakımından Osmanlıca tabanına oturur. Okulda öğretilen yabancı dillerin adı Fransızca, Almanca, İngilizce, Arapça, Farisi (yani Farsça) idi de bizim kendi dilimizi öğreten dersin adı Türkçe değil, Lisanı Osmani idi. Babamıza mektup yazarken bile sadece (babacığım) ya da (sevgili babacığım) diye seslenemezdik. Böyle bir seslenme, senli- benlilik ve ağırbaşlılığa aykırılık sayılırdı. İlle (bais-i feyz-i hayatım, pederi muhteremim efendim) diye yazmalıydık. Okuldaki (kitabet) yani (yazı) dersimizin kitabeti hususiye (özel yazışma) bölümünde öyle öğrenmiştik. Kitabeti resmiye (kamusal yazışma) bölümünde ise, sadrazam ve şeyhülislamlardan başlanarak, nazır (bakan), müsteşar gibi yetkili kişi ve katlara yazarken hangi klişe sözcüklerle başlanacağını ve hangi klişelerle yazıya son verme gerekliliğini yine Osmanlıca dersinde öğrenmiştik. Sadrazama yazılan bir yazının (Ol bapta emr-ü ferman hazreti menlehül emrindir) tümcesiyle bitirilmesi zorunluluğunu öğrendiğim zaman —belki inanmayacaksınız— henüz dokuz yaşındaydım. Bu klişe o zamandan beri kafamda çakılı kaldı ve hiçbir işe yaramadı...

Ortaokul ve liseden sonra üniversitede de Osmanlıca bilgimiz çoğaldı.

İşte bu nedenledir ki, bizim kuşağa dil bakımından (iki ayağı da Osmanlıca tabanına oturmuş bir kuşaktı) diyorum.

Benim için o tabandan öz Türkçe tabanına geçmek elbette kolay olmadı. Çocukluk ve gençlik çağındaki eğitimin —bir halk deyimiyle— iliklere kadar işlemiş olan alışkanlıklarından öyle kolay kolay sıyrılamıyor insan.

Bugün burada kendi yaşamımdan örnekler vererek kişisel anılarımdan söz ettiğim için beni bağışlayacağınızı umarım. Karşınızda, elimden geldiğince Öz Türkçe konuşacağım. Ama yadırganmayan, herkesçe anlaşılabilen bir Öz Türkçe.

Bazı kimseler deneme niteliğinde ürettikleri sözcüklerle yazılar yazıyorlar. Belki zaman zaman aşırılığa kaçıyorlar. Ama bir dil böyle önerilerle gelişir. Eğer tutulmayan ve genelleşmeyen sözcükleri kullanmakta direnirlerse, bu gibilerin yazı ve yapıtları ölü doğmuş çocuklara benzer. Unutulup gider...»

Velidedeoğlu, daha sonra dilin arılaşmasına ilişkin çalışmalardan örnekler verdi. Daha doçentliği yıllarında, kullanılan Almanca «Wahl obligation», Fransızca «Obligations alternatives» kavramları için «Hıyarı tayinle muayyen borçla» kavramına, Almancasından esinlenerek kısaca «Seçimlik borçlar» dedi. Bu terim hemen yerleşmişti. Bulduğu, ürettiği sözcükleri anlatırken, çocuklar gibi seviniyordu...

Yanımda oturan arkadaşım, kulağıma eğildi, şöyle dedi:

— «Yatırım», sözcüğünü Şefik İnan bulmuş. Kendisi bize söylemişti...

Bugün «Yatırım» sözcüğü nasıl tutmuştur. Ne güzel.. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nu dinlerken, bir yandan da, Öz Türkçe ‘ye karşı çıkanları düşünüyordum. Bazıları gençtiler, ama emeksizdiler. Çalışmalarına kendileri emek verseler, düşünseler, öyle yazmazlardı...

Özleştirmeye karşı olan bir yazar, yazılarını nasıl yazdığını, bir eski milletvekiline şöyle anlatmış:

Ben, düğmeye basarım. Hangi konuda yazı yazacaksam her şeyi hazırlayıp getirirler. Onları yazıya dökerim!

Belli döktürüyor...

Velidedeoğlu, TDK'ndaki konuşmasından sonra, Ankara'da kaldı. Yüksek İhtisas Hastanesine yattı. Ama, iyileşecek. Emekli çenelere bir şey olmaz...