İsveç Radyosu'nda çalışan Arslan Mengüç, İsveç’te yaşayan Türklerin durumlarını anlattı, önce, İsveç'teki yaygın atasözünü anımsatayım. Şöyle: "Dünyada üç tane belâ var; Tatarlar, Türkler ve Şeytan ". Türklere bir türlü ısınamamalarının, uyumsuzluklarının temelinde, din ayrılıkları da yatmalı...
Arslan Mengüç anlatıyor: “.. Avrupa bize yardım etsin, Avrupa bizi görsün, bizi sevsin falan diyoruz. Biz Avrupalı gibiyiz diyoruz. Ama, Avrupalı senin hiç kendisi gibi olmadığını biliyor. Ecevit, Stockholm'de Büyükelçilik memurlarının maaşının verilmediği dönemlerde İsveç'ten 25 milyon kron gibi çok küçük bir yardımı alamadı. İsveç’teki Türk işçilerin Türkiye'ye yolladığı para, ayda aşağı yukarı 3.5-4 milyon dolayında. Bu 15-20 bin kişinin biriktirdiği para. Ve o dönemlerde Ecevit çok sevdiği, saydığı O İskandinav sosyal demokrasisinden, onların iktidarlarının temsilcisinden bu kadarcık yardımı alamadı. Çünkü Avrupa, Türkiye'nin öyle etlenip, butlanıp, palazlanıp gelişmesini istemiyor. Bunu bilmek gerek...
Gelgelelim İsveç'teki Türklere: Bunları 3-4 temel gruba ayırabiliriz: özellikle APO'cu dediğimiz PKK'nın terör eylemleri sonucu Mardin'in Midyat ilçesinde, terör sonucu toprakları ellerinden alınan birtakım Süryaniler. 1967 yılında Dünya Kiliseler Birliği'nin ricasıyla İsveç'e gelmiş olan Lübnanlı 200 Süryaninin İsveç'is sığınması. APO'cular bunları kesmeye başlayınca, 'Aman biz ölüyoruz, burası Müslüman ülke, mahvoluyoruz' deyip, Süryanilerin akrabaları olanlar da İsveç'e geldiler. Sayıları 8 bin kadar var. Bunlar gelirken yanlarında külçe külçe altın getirdiler. Adamlar ticarete alışık. Bir kısmı köylü, ama köylülerin de ticaret yapmış akrabaları var. Kuyumcu dükkanı, terzi dükkanı açmışlar. Bunlar İsveç'e gelir gelmez altınlar bozuldu, İsveç Kronu oldu. Şak diye dükkanlar satın aldılar. Orada çalışmaya başladılar. Türkiye'de vergi vermeye alışık olmadıkları İçin İsveç’ten tokatladıkları vergileri ne yapacaklarını bilemediler. Çünkü, bankaya yatırsa banka, 'Bu adamın bu kadar parası var' diye hemen devlete haber veriyor. Bunun üzerine Türkiye'den 'Bizi kesiyorlar!' diye kaçan Süryani yurttaşlarımız daha sonra İsveç'te tokatladıkları kara para diyebileceğimiz, vergiden kaçırılmış haksız kazançtan, sağ olsunlar, Türkiye’ye getirip yeniden apartman filan alıyorlar.
Bunun dışında Doğu Anadolu'dan gitmiş, siyasal açıdan sığınmış kişiler de İran, Irak, Suriye’den gelenlerle birlikte 4 bin kişi kadar. Bunlar da aralarında çeşitli gruplar oluşturuyorlar. Bunlara ek olarak PKK'cılar iki kez cinayet İşlediler. Enver Ata adında bir kişiyi öldürdüler. Eski bir PKK yöneticisi. Daha sonra, geçen sonbaharda bir başkası daha öldürüldü. PKK’cı olmayan Kürtler de yılbaşına birkaç gün kala, bir PKK'cıyı öldürüyorlardı; bıçakladılar metronun içinde. Fakat orada 35 yaşlarında karate bilen bir İsveçli hatun varmış. Bizim peşmergeler, PKK'cının üzerine bıçakla saldırdıklarında, İsveçli hatun, bunların elinden bıçağı rahatlıkla aldı, katlayıp kenara koydu. Polisler de geldi, aldı...
Bir de çoğunluğu Konya'nın Kulu Kasabasından, bunun ötesinde Gaziantep’ten, Hendek'ten gelme bir Türk grubu daha var. Bunlar işçi. Bunlar ailelerini, çoluk çocuklarını getirmişler. İsveçt’teki en yoksul Türklerden biri, yirmi yıldan beri orada yaşayan bir insan olarak benim, diyebilirim. Çünkü ticaretle uğraşmadım. Ama, Türkler, İsveç'te önce bulaşık yıkadılar. Bulaşık yıkamalarının nedeni ekmek pahalıydı, yemek çok pahalıydı. Eh, yemeğin, ekmeğin bol olduğu bedava olduğu yer lokantalardı. Lokantada çalışınca Türk, ekmeğini, yemeğini rahat yiyordu. Eh, bir parça da cebine para kalıyordu. 1960'lı yıllarda ev sıkıntısı da olduğu, evlerde yemeğin de yapılmadığı düşünülürse, İsveç’teki Türklerin bu yönteminin gayet akılcı bir yöntem olduğu söylenebilir. Türk işçiler daha sonra sandviç, sosis satan büfeler alma yoluna gittiler ve bunların sahibi oldular. Aile şirketleri halinde çalışıyorlar, bu adamların her birinin evi var, barkı var, Türkiye’de. Kendilerine bayağı güzel evler filan yaptırdılar, İçlerinde oturmadıkları. Büyük bir olasılıkla farelerin ve sineklerin dolaştığı evleri var. Evlerde bir ay kalıyorlar. Evlerinde her çeşit modern araç-gereçleri var. Buna karşılık Türkiye usulü söyleyecek olursa, İstanbul’un ya da Ankara'nın gecekondu semtleri diyebileceğimiz mahallelerde 90-100 metre karelik evlerde, baba, hanım, çocuk, gelin falan yaşıyorlar böyle. Merdivenlerden içeri girerken korkunç bir sarımsak kokusu ve kızarmış yağ kokusuyla karşılaşıyorsunuz. Böyle evlerde oturuyorlar.
Bunun ötesinde, bir bölümü 1971 döneminde İsveç'e gelen örneğin ODTÜ öğrenci Derneği Başkanı Erhan Erdoğmuş'lar falan var. O grup. Çok büyük bir bölümü de 1980, 12 Eylülünden sonra yaklaşık 2 bin 500 - 3 bin kişi gelmiş. 12 Mart'ta gelenler, İsveç'e ayak uydurdular. 12 Eylül'den sonra gelenler ise, ayakları daha yere basmadı ama, yavaş yavaş basacak. Örneğin, burada birtakım konulardan uzaklaştıkları için sevinç duyuyorlar ilk anda, arkadan dünya güzeli tatlı tatlı kızlar falan. ‘Aman ne güzelmiş!' diyorlar. Sosyal yardım mekanizması işliyor, kendini bir anda mutlu hissediveriyor. Ancak bu mutluluk görünüşte bir mutluluk. Çünkü insan yalnız maddi olaylarla mutlu olamıyor. Türkiye’den gelen bir siyasal sığınık (mülteci), ilk anın verdiği mutluluk içinde yaşarken, daha sonra durum değişiyor. İşsizlik de gelince, morali bozulup bunalıma giriyor. 'Türkiye’de ne oluyor, ne bitiyor, af çıkacak mı?’ demeye başlıyor.
Ancak, Türkiye’den İsveç'e yazılan mektuplar giderek azalıyor, Türkiye’dekiler, 'Ulan herif kaçtı gitti, köşeyi döndü, vay namussuz' diyorlar. Türkiyede’kiler de onu öyle görüyorlar.
Biri çıkıyor, kör topal biriyle evleniyor. Evliliğin cicim ayı bittikten sonra, evlenen işçinin de pili bitiyor. Değişik kültürler, değişik değer yargıları, dünyadan değişik beklentiler... Biri, Türkiye'de af bekliyor, ötekisi maaşına zam bekliyor. Biri Türkiye'ye dönmeyi bekliyor, öteki biraz daha güneşli hava olsun da, şöyle biraz güneşe doyayım diye bekliyor. Biri, Bulgaristan'da yaz dinlencesi yapacak param olsun, memleket özlemi gidereyim derken, öteki Yunanistan'a, ya da Kanarya adalarına, İspanya’ya gidip de bol güneşte cayır cayır yanayım diye düşünüyor. Değişik dünyalar yan yana yaşıyorlar, ama iç içe değil. Ve bu dünyalar da kopuyor...
Biz İsveç'e, yirmi yıl önce geldiğimiz zaman şöyle Amerikan doları gibiydik Tahtakale’deki. Genç çocuk, kara kaşlı, kara gözlü değilse bile, ona yakın bir şey. İdare ediyor. O sırada, İsveçli kadınlar, cinsel özgürlüklerinin bilincine yeni varmış olduklarından bu özgürlükleri kutlanmaya çalışıyorlardı. Biz de, bunların bu özgürlük isteklerine, kendimiz de çok özgürlükçü olduğumuzdan yardım ediyorduk. Şimdi, bu özgürlük kalmadı yirmi yıl sonunda' İsveç toplumunda kadın-erkek ilişkisinde eşittik sorunu gündemde. İşte, ‘Dün tabağı ben yıkadım, bugün sen yıkayacaksın!' tartışması.
Cinsel açıdan çok liberal, çok özgür gibi görünen İsveç'te, bu cinsel özgürlükler de kullanıldığı için olacak, daha büyük oranda uçkuruna sahip. Uçkuruna sahip olduğu zaman da, bizim genç arkadaşlarımız, ciğerci dükkanındaki ciğerlere bakan sokak kedileri gibi dışarda kalıyorlar. Ruhsal bunalımlara daha çok düşüyorlar. İsveç'teki akıl hastanelerinde, sinir kliniklerinde düşünemeyeceğiniz kadar çok sayıda Türk var. Tabii bu arada, Latin Amerikalı, Eritreli, Zimbabveli insanlar da var..."
8 Mart 1986, Cumhuriyet