26 Ağustos 1990 pazar günkü yazının başlığını "Suyu Çıktı..." koymuştum. Yazı şöyle bitiyordu:
"Ankara'ya geleli, sağı solu kurcalıyorum. İlginç şeyler olmuş Ankara'da, DGM de Adalet Sarayı'ndaki yerine taşınmış. Geçenlerde Ankara'da küçük çapta bir deprem olmuştu; depremin ertesi günü, Adalet Sarayı'nın altında su çıkmaya başlamış mı? Alt kattaki dosyalar iyice ıslanmış. Su inceletilmiş, klorlu değil, demek ki Ankara'nın içme suyu değil. Adliyenin altından çıkan bir kaynak suyu. İçilemiyormuş da. Kireç oranı yüzde 60 dolayında. Günlerce Adliye Sarayı'nın altından kova kova su taşınmış. Şimdilerde, her gün iki litre su boşaltılıyor Adalet Sarayı'ndan. Görevliler, 'Bu işin suyu çıktı' diye şakalaşıyorlar...”
Haber buydu. Meraklandım, ne oldu Adalet Sarayı'nın altından çıkan su diye, incelenmiş, herkes üzülmüş. Çünkü Adalet Sarayı’nın altından çıkan su lağım suyuymuş; kibarcası kanalizasyon suyu! Peki, yüzde 60 kireçli oluşu ne oluyor? Onu da bulmuşlar; belki elli, belki yüz yıl önce, orada kireç yakılmış, kireç kuyuları varmış. Lağım sularının kireçli oluşu, ondanmış. Adalet Sarayı'nın altından çıkan lağım suları, yine çekilip atılıyor. İki motor yerine bir motor çalışıyor, şimdilerde...
Yıldırım Akbulut’un eşi Samia Akbulut'un, Anayasa Mahkemesi yedek üyeliğine, Yargıtay'dan aday gösterilip, Çankaya'dan atanması bıyık altından eleştiri konusu yapılıyor ama, işi biraz kurcalayınca, Yargıtay çevrelerinde pek de yadırganmıyor hani. Şöyle yorumlanıyor:
Üç aday bildirilmesi gerekiyordu; üçten çok aday zaten çıkmadı. Aday olanlardan birinin emekliliğine beş ay kalmıştı. "Oraya gitsem de oradan emekli olsam!" diye mi düşünüyordu ne? Biri de, çok çalışkan biri değildi hani. Samla Hanım'a gelince, o da bir çeşit "protokol" yüzünden çalışamıyor, iki günde bir izin alıyordu. Anayasa Mahkemesinde yedek üye olacak; "protokol” görevlerini yerine getirmek için bol zamanı var. demektir. Bir üye sayrı, ya da izinli olacak da, yerine gidecek! Anlaşılan böylece, Yargıtay, Samia Hanım'dan kurtulmuş mu oluyor ne? Bir taşla iki kuş vurmayı sevenler için bayram!
TBKP Ankara İl Başkanı Binali Seferoğlu, cuma gecesi saat 22.00'de Hüseyin Gazi Mahallesi’ndeki evinden gözaltına alındı; Emniyet Birinci Şube'de dört saat gözleri bağlı tutulduktan sonra, salıverildi. Üç görevli polis. Binali Seferoğlu'nu evden alıp götürürlerken Binali Seferoğlu, eşi Güney Hanım'a:
Ben gidiyorum, Ekmekçiye haber verin! dedi. Polislerden biri:
O hangi partiden? diye sordu. Partisi ne?
O gazeteci, Cumhuriyet gazetesinde yazar...
Biliyoruz, ama, onun da bir partisi vardır!
Cuma akşamı, Binali Seferoğlu, evinde otururken üç polis eve, Binali Seferoğlu'nun oğlu Sinan Seferoğlu’nu elleri kelepçeli getirdiler. Sinan 25 yaşındaydı. Hacettepe Sosyal Bilimler'i bitirmişti. Sinan, çok perişan bir durumdaydı. O bir gün önce gözaltına alınmıştı. Seferoğlu'nun eşiyle, torunları ağlaşmaya başladılar. Polisler, evi aramaya başlamışlardı. Binali sordu:
Arama emriniz var mı?
DGM Savcısı'nın emriyle geliyoruz. Arama emri olmaz...
Ama yasal bir dayanağınız olması gerekir.
Hayır, yasa biziz! Emir verilmiştir, ararız. (Binali Seferoğlu, itirazlarda bulununca, polisler daha ince davranmaya başlamışlardı. Binali konuşuyordu arama yapılırken) —Siz de bizim gibi halk çocuğusunuz, niye böyle sert davranıyorsunuz? Yani, biz katil miyiz? Horzum muyuz? Ne yaptık, neyi çaldık ki böyle sert davranıyorsunuz?
Yok, öyle değil. Zaten Horcum'lar, ellerini kollarını sallayarak geziyorlar. Onlara kimse bir şey yapmıyor...
Madem bunu biliyorsunuz, niye böyle sert davranıyorsunuz?
Bize böyle emir verilmiş, biz onu yerine getiriyoruz. (Ev arandı, TBKP tüzüğünü, Başsavcılığın TBKP ile ilgili tebliğnamesini, Nihat Sargın’ın savunmasını, Hak-İş'in açıklamasını, Eğit-Der Genel Başkanı Mustafa Gazalcı'nın kurultay konuşmasını, bir de 1960 öncesi yayımlanan ‘Barış ve Sosyalizm' adlı dergiyi aldılar. Bir torbaya doldurdular.)
Siz de geleceksiniz.
Beni niye götürüyorsunuz?
(Binali Seferoğlu'nu da aldılar. Siteler'i az geçtikten sonra, ceketle ikisinin de başlanın örttüler. Binali, gözlerinin bağlanmasına itiraz etti.)
Benim gözlerimi niye bağlıyorsunuz? Benim suçum ne? Beni niye alıyorsunuz?
(Olay yoldan çıkmış. DAL'da geçiyordu)
Konuşma!
Niye konuşmayayım? Katil miyiz? Ne yaptık ki?
Bağlayın şunun gözlerini (Gözlerini bağladılar. Üstünü aradılar; kravatını, bel kayışını çıkarıp aldılar...)
Biz yaşamayı çok seviyoruz, niye intihar edelim? (Yukarı kata çıkardılar) Ben oğlumla birlikte kalmak istiyorum...
Hayır, sizin yeriniz ayrı...
Saat 02.00'ye geliyordu. Binali’nin gözünü açtırdı. 30-35 yaşlarında kadardı bu polis görevlisi, esmerdi. Bıyıklıydı. Gözlerini bağlayanlara çıkıştı:
Niye bağlamışsınız bu adamın gözlerini? Binali Seferoğlu'nu biz tanıyoruz, taa TÖS’ten, Töb-Der'den, Eğit-Der'den tanıyoruz. Niye bunun gözlerini bağladınız? (Gözlerini açtı) özür dileriz Binali Bey! Bir konuda sizin ifadenize başvuracaktık, ondan da vazgeçtik. Gerekirse, senin bilgine başvururuz. Şimdi götüreceksiniz. Binali Seferoğlu'nu kendi evine teslim edeceksiniz. (02.00’de getirip eve bıraktılar.)
Eve gelince, Hacı TÖ'ye şu telgrafı çekti:
"Oğlum DAL’da işkencede. Akşam eve getirdiler, perişandı. Siz de babasınız. Ahmet'iniz, Efe'niz var. Oğul sevgisini, acısını bilirsiniz. Lütfen engel olun. Saygılarımla."
30 Ekim 1990, Cumhuriyet