Aşağıda aktaracağım olayı da emekli elçilerimizden Sacit Somel anlattı, şöyle dedi:
—İkinci dünya savaşı sırasında ataşemiliter olarak memleketimizde bulunan Alman General Hans Rohde'nin oğlu, Dr. Diter Rohde Türkçesini unutmamıştır. Bir gece geç vakit, Dr. Rohde, bir arkadaşıyla birlikte Hannover’in Nordhafen semtinde Engelbostel bölgesine gidecek son otobüsü beklemektedirler. Fakat kaçırmış olmaları da içlerini kemirir. Bu sırada bir belediye otobüsü gelip yolcu indirmek için durur. Hemen yaklaşıp otobüsün, Engelbostel’e gidip gitmediğini şoförden sorarlar. Fakat iki kez sordukları halde, yanıt alamazlar. Şoför onları adeta duymamakta ve harekete hazırlanmaktadır. Son otobüsü kaçırmak istemezler. Fakat gecenin o saatinde, başka sapa ve uzak bir semtin son otobüsüne binmenin felaketi de ortada. Birden Rohde'nin kafasında, otobüsün siyah, kıvırcak saçlı şoförünün Türk olabileceği düşüncesi şimşek gibi çakar. Rohde sorusunu Türçe olarak yineler:
Bu otobüs Engelbostel’e gider mi? diye sorar.
Şoför, büyük bir cana yakınlıkla:
Gider, gider hemen atla! der.
Rohde, hemen arkadaşını arabaya iter. Otobüste yerlerine oturduktan sonra, şaşkına dönen arkadaşı sorar:
Yahu, sen ne dedin?
Engelbostel’e gidip gitmediğini sordum, 'gider’ dedi.
Ama sen Almanca konuşmadın, adam Almancaya yanıt vermeyince...
Ertesi gün iki arkadaşın dairelerinde bir konferans vardır. Herkes toplandıktan sonra, Rohde'nin arkadaşı kürsüye çıkar:
Arkadaşlar, der. Konferans başlamadan önce size önemli bir konuda bilgi vereceğim. Şayet bir gece, Kuzey Almanya'da Hannover kentinin Nordhafen semtinde bulunuyorsanız ve otobüsle Engelbostel’e gidecekseniz, Türkçe bilmek zorundasınız!
O yörede, otobüs şoförlerinin çoğu Türk. Dil öğrenmeye de olanakları var, yok. Önce ekmek parası! Almanya'da Türk işçilerinin bulundukları yörelerde etkili olduklarını duyar bilirdim. Bir yöreye gelen Yunanlı işçiler, bir türlü Almanca öğrenemezler. Çünkü orada Türkler vardır. Bu arada, Türkçe öğrenirler işte! Çoğu da sövgülü tümceler. Bir Alman oturmuş, Türkçedeki sövgüleri toplamış, Almancadan kat kat çokmuş. Bunları bir yapıtta toplamış. Ben yapıtı görmedim, anlattılar...
Brüksel’de Türk işçilerinin toplu olarak bulundukları Schaerbeek'e gidip dolaştım bir arkadaşımla. Flamanlar oturuyor ya, onlardan çok Türk var. Çoğunluğu da Emirdağlı. Öylesine kalabalıklar ki, bir Belçikalı sormuş:
Emirdağ mı daha büyük, Türkiye'mi?
Yaşamları Anadolu'daki gibi, pek değişmemiş. Yine kahveler erkeklerle dolu, kağıt oyunu oynuyorlar. Bu Paris'te de böyleydi. Schaerbeek’te, mescitlerin önünde, çember sakallılar, başları bereli. Brüksel'de, bir burada, sokakta oynayan çocuklar gördüm. Belçikalılarda doğum oranı çok düşük. Çoğu bir karı, bir koca yaşıyor. Giderek, Belçika gençliği diye bir şey kalmayabilir diye korkuluyor. “Türkleri askere alsak nasıl olur acaba?” diye düşünülüyormuş. Dışardakileri siz de düşünüyor musunuz?
Brüksel'de bulunduğum sırada, Mehmet Ali Birand Türkiye’deydi. Onunla orada görüşemedim. Burada gazetecilik yapan Doğan Özgüden’le, İnci Özgüden’le görüştüm. Ateliers Du Soleil (Güneş Atelyesi) adında bir çalışma büroları var. Burada 72 ulusun, halkın çocuklarına eğitim veriyorlar. Ayrıca “Info Türk” adında bir yayın çalışmaları var. Doğan Özgüden, Türkiye'de “Ant” dergisini çıkarırdı. Brüksel'de, “38, Rue Des Eburons-1040 Bruxelles” adresinde çalışıyorlar şimdi. İnci Özgüden, elimdeki Samsun sigarasını görünce:
Ben sana bir karton sigara vereyim, sen Samsun'u bana bırak! dedi.
İnsanlara ne yaparsanız yapın, yurt özlemini unutturabilir misiniz? Daha önce de değindiğim gibi, dışarıdakilerin tek tasası, başlıca düşüncesi Türkiye'de demokrasi, Türkiye'deki insanlar.
Doğan özgüden, Abdullah Baştürk, üçümüz Baştürk'ün kaldığı “Metropol” Oteli’nde bir sabah kahvaltısı yaptık. Uzun konuştuk...
12 Mart'ta hüküm giyenlerden İlkay Demir, Necmi Demir Brüksel’deymiş. İlkay Demir, orada tıp fakültesini bitirmiş, doktorluk yapıyormuş. Bir küçük çocukları varmış. Necmi Demir'i tanımazdım, telefonla konuşacak vaktim oldu...
***
Son “Başörtüsü-türban” tartışmasının, “Ankara Notları”ndan kaynaklandığını bilmiyordum. Buraya gelince öğrendim. 13 kasım günlü Cumhuriyet'te, “Başörtüsü” başlıklı “Ankara Notları” çıkınca, Çankaya konuyla ilgilenir. Yazı, Danıştay’ın “başörtüsü”ne ilişkin kararını açıklıyordu. Yaz aylarında Danıştay kararı kısa bir haber olarak Cumhuriyet'te çıkmıştı. Anımsıyorum.
Çankaya:
Bakın bakalım, Ekmekçi'nin yazdıkları doğru mu? diye ilgili görevlendirir. Danıştay kararı, onun dayalı olduğu İzmir Mahkemesi'nin kararı getirtilir. Bakarlar, doğru. Kararlar, buyruğa eklenir, YÖK’e gönderilir. YÖK Başkanı Doğramacı, gazetecilere:
Emir kararlarla birlikte geldi... der.
Tartışmalar da başlar. Üniversitelerde, yüksek okullarda türban yasaklanır ya, yurtlarda alabildiğine yaygınlaşır. Cumhurbaşkanı da, “Orası evleri sayılır, orada türban takabilirler!” gibi bir söz söyleyince, kim önleyebilir?
İstanbul’da boğazda “B” üniversitesi yurtlarında erkekler yurdunda, Nakşibendiler, Adnan Hoca'nın müritleri cirit atar. Kız yurtlarında da öyledir. Geçen yıl türban takmayan kızlar, bu yıl takarlar. Cumartesileri, Yeşilköy'deki bir yerlere mi giderler?...
Türban konusunda Selçuk Üniversitesindekilerle Gazidekiler direniyorlar mıydı?
Türban konusu, SHP'nin son MKYK toplantısında uzun uzun tartışıldı. Orası da bir ölçüde karıştı. Bir MKYK üyesi:
— Kurtuluş savaşında mermi taşıyan analarımız türbanlı değil miydi? diye sordu. Türbana karşı çıkarsa, SHP seçimlerde nasıl oy alacaktı.
Bir başka üye de, Hinthorozu Erdal Bey'in gözünün içine bakarak:
— Sayın Genel Başkanım, bu böyle giderse, ben de gelecek toplantıya fes giyip geleceğim! dedi. Erdal Bey, türbanı savunanlara sert çildi:
— Ne siz, ne de ben laiklikten ayrılamayız. Ben de ayrılmam, siz de ayrılamazsınız...
Sorun, salt türban sorunu mu? Değil. Bir kuşağın yok olması sorunu. Boyutları büyüyen olayları herkes izliyor; güney illerinden K’da, sağlık memuru yetiştirmek için, liseyi bitirenler arasında yazılı sınavı yapılıyordu. Sınav belki de öbür illerde de yapıldı. Sorulan 50 sorudan 25'i dinle İlgili sorular. Birkaçı şöyle:
“İlk Müslüman şehit kimdir?”, “Hangi sure besmelesiz okunur?”, “5. İslam Konferansı ve nerede yapıldığı?”, “En uzun halifelik hangi zamanda oldu?” “Müslümanların tekkesi nedir?” böyle sorular...
Ankara'da Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Ankara Şubesi Başkanı Birten Gökyay’ın basın toplantısına gittim. Biden Gökyay, “Danıştayın başörtüsü konusunda gerekçeleri açıklıkla belirterek almış olduğu kararın yorum yapılmadan uygulanmasını dilemekteyiz” dedi.
***
Bulgaristan’ın yeni Büyükelçisi Minim Sladkarov’un Ankara’da göreve başlaması dolayısıyla, büyükelçilikte verdiği kokteyle gelenler, nasıl da kalabalıktı. Koca salonda iğne atsanız yere düşmüyor. Yazın, kokteyle bir Hikmet Çetin mi gelmişti? Bu kez, ana-baba günü. Demek, iki ülke arasında oldukça sıcak bir yaklaşım var. Dışişleri'nden Yalım Eralp, protokolden kişiler oradaydı. Amerikan Büyükelçisi Strausz Hupe ben ayrıldığımda da kaldı orada. Oldukça deneyimli bir diplomat olan Bulgaristan'ın İstanbul Başkonsolosu Lübenw da gelmiş, kokteyle katılmıştı. Eski tabii senatörlerden Suphi Karaman, Süphi Gürsoytrak, eski AP'lilerden Nahit Menteşe, CHP'lilerden Teoman Köprülüler, Mehmet Sönmez Temel Kitapçı, Tevfik Fikret Ovet, Ertöz Suiçmez DSP'den Niyazi Aras yazarlar, gazeteciler, sosyalist ülkelerin elçileri, müsteşarları, Çinliler, Sovyet İşgüderi (Maslahatgüzarı) Kadirov, Sovyetlerin yeni Basın Ateşesi Alexendr Lomakin oradaydılar. Kalabalıktılar...
Kokteylde viskiyle, votka verilmedi. Öbür içkiler vardı.
Kokteylde çok kalamadım. Yolda giderken, Türk-Bulgar ilişkileri, nasıl bozuldu, sonra nasıl böyle oldu, diye düşündüm durdum. Kim bozuyor, kim düzeltiyor bu ilişkileri?
18 Ocak 1987, Cumhuriyet