Dursun Akçam'dan mektup aldım. Geçen yaz Berlin'den onu Adnan Binyazar'ın yanından aramış, konuşmuştum birkaç dakika. O da, oradaki tüm aydınlarımız gibi yurt özlemiyle yanıp tutuşmaktaydı. Orada, Almanca kitapları yayımlanmış, görmedim. Mektubu, bir yazarın, bir babanın duygularını, düşüncelerini yansıtıyor.
Şöyle diyor Dursun Akçam özetle:
“Sevgili Mustafa,
Bu yıl hiçbir kimseye yılbaşı tebriki yazmadım. Neden mi? Her yeniyılda dilimizde tespih ettiğimiz o güzel dileklerin hiçbirisinin kabul edilmemesi! Yüce makama karşı bir protesto mu? Haşa, sümme haşa! Sonra günaha girmiş oluruz. Biz kulların görevi, yalnız 'niyaz etmek'tir yukarıdan, yani yalvarmak yakarmak. Tersini yapanlar asidir, onların yeri öbür dünyada cehennem, bu dünyada hapishanedir. Cehenneme gidenlere Zebaniler kıllıtopuzlarla dayak atarlar, sonra da cehenneme atarlar. Bu dünyada da asiler, işkence tezgahlarında geçtikten sonra hapishaneye girerken, görevlilerin ellerindeki coplarla önce bir 'hoşgeldin' dayağından geçerler, sonra da zindanlara!.. Kısacası, öbür dünyanın 'etkili ve yetkilileri'yle bu dünyanın 'etkili ve yetkilileri' bir dayanışma içindedirler! O nedenle biz kullar haddimizi biliriz! Benim vurgulamak isteğim, kabul olmayan duaya 'Amin!' dememek! O nedenle senin yılbaşı kartına teşekkürlerimi, böylesine geç kalmış bir mektupla sunuyorum. Kusuruma bakmayasın!
Sekiz yıl aradan sonra sana yazdığım ilk mektuptur bu aynı zamanda. Yalnız sana mı? Başka dostlara da yazmadım. 12 Eylül havasının ilk yıllarında kimsenin benden mektup beklemediğini de biliyordum! Zati onlar da yazmıyorlardı. İlhami Soysal'ın ifadesi ile ‘12 Eylül zılgıtı'ndan sonra her biri bir yanda arazi olmuşlardı! Ama yıllar birbirini izledi, ortam, koşullar bir ölçüde değişti, bu kopuklukta pek bir değişiklik olmadı. Süleyman Demirel'in, ‘Korku dağlara taşlara sindi.' sözlerini hiç de yabana atamayız. Oysa nice dostlarım vardı; yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen canciğer dostlarım, çoğu da yazar çizer takımından! Sahi nerede kaldı onlar?..
Karım sekiz yıldır Ankara'da tek başına çırpınmaktadır. Türlü belalardan geçti. Cumhuriyet Ankara Bürosu'ndan sen ve ErbiI Tuşalp en yakın tanıklarısınız. Ama kimseye de baş eğmedi, eyvallah demedi. Benim burada değinmek istediğim, kolay günlerin dostu bu canciğer arkadaşlarımdan birisi çıkıp da bir gün semtine uğramadı, ‘Bacım sen nice nicesin, öldün mü kaldın mı?' demedi. Kemal Çukurkavaklı’yı, bir de Talip Apaydın'ı ayrı tutarsak... Öte yandan İzmir'de oturmasına karşın Ferhat Aslantaş’ın o vefalı dostluğunu hiç unutmayacağım. Kısacası, '12 Eylül zılgıtı' yalnız düşmanlarımızı değil, tabanlı-tabansız dostlarımızı da tanımada bir ölçü oldu.
Sevgili Ekmekçi, şapkamı önüme koyarak şöyle bir hesap ettim. Otuz yıla yakın bir dostluğumuz var seninle. Hangi gazeteye taşıdınsa ben oradaydım. Dertleşir, sohbetleşirdik. Gazete bürolarında pek zamanın olmazdı; haberler, telefonlar, daktilonun tuşlarında takırdamalar... En güzel zamanı bir akşam üstü sokakta volta atarken ya da bir meyhanede, bir lokantada iki tek atarken bulurduk. Ama hiç da yalnız olmazdın, ne de çok tanıyanların vardı. Giderek büyürdü çevrende halkalar. Yani geçen süreç içinde acısı tatlısı ile yaşanan olayları birlikte yaşadık yaşıtlarımız, arkadaşlarımızla birlikte. O nedenle buralara gelişinde telefonla da olsa karşılıklı üç beş sözcükle özlem gidermiş olmanın tadı daha başkaydı.
Geçenlerde Melih Pakdemir'in, yargılandığı 'mahkeme heyetine verdiği dilekçeyi sütununda yayımlamış olmanı çok ciddi ve önemli bir davranış olarak değerlendiriyorum, kalemine sağlık diyorum. 12 Eylül'ün karanlık ve çetin günlerinden yüzakıyla geçen değerli yazarlardan Oktay Akbal ile İlhan Selçuk da zaman zaman zindanların kör duvarları arasında sesleri kıstırılmış insanların sesi olurlar. Onlardan aktarılan birkaç cümle milyonların yüreğinde perçinlenir ve unutulmaz!
Bugün askeri mahkemelerde yüzlerce insanın yargılanması sürüyor tutuklu olarak. Yirmi yıl cezanın karşılığını yatanlar yine içeride ve ‘adaletin kararını’ bekliyorlar...
Ne yazık ki basın, kamuoyu bu konuda pek suskun, kimsenin kılı kıpırdamıyor, ‘Yarın bu adamlar beraat ederlerse yargıçlar bunun faturasını ödeyecekler mi?" diyen olmuyor. Onun için bu dramı irdeleyen yazılar, biraz olsun yüreklere su serpmektedir. Olaya kayıtsız kalmayacağınıza inanıyorum.
Bugünlerde mahut MİT raporunun yankılan sürüp gitmektedir. Bu raporda suçlananların hiçbirisine kelepçe takılmıyor! Tam tersine, suçlananlar saldırıda! Raporu hazırlayanlar köşeye sıkıştırılmış durumda. Savcılar dillerini yutmuşlar! Peki nedir öyleyse bu raporlara göre kellesi istenen insanların suçu? İşkence altında düzenlenmiş uyduruk ifadeler ve uyduruk raporlarla yargılanıyor bu insanlar. Aralarında benim de oğlum var.
Sevgili Mustafa, bu bir mektup olmaktan çıktı, bir şikayetnameye dönüştü. 'Arsız gülegen, dertli söyleğen olur!' demişler. Güzel günlerde yazışmak, sohbetleşmek umudu ile sevgiler sunar, özlemle kucaklarım.
Dursun Akçam."
10 Mart 1988, Cumhuriyet