Dostluk, Barış...

Ali bir gün Ankara’ya gelmişti, kucaklaştık. O
— Yahu Ekmekçi, dedi, o fıkran çok güzeldi
— Hangisi?
— Bak, böyle dediler mi “hangisi?” diye sormayacaksın. Zaten bir tane fıkra yazdın!.
— Güzel, dedim helal!
Aradan çok geçmedi, söz arasında yine beğenisini esirgemedi:
— Hangisi?
Yanıtımı aldım!
Bir başka gelişiydi. Suat Hayri Ürgüplü'nün ölümüyle ilgili yazısını çok sevmiştim.
— Yahu Ali, dedim, o yazın çok güzeldi!
— Hangisi?
— Aman Ali, “hangisi?” diye sorma, zaten bir tane yazdın!
— Güzel, dedi, helal!
Paris’te metrodan çıkıp kaybolduğumu yazdığımda da şöyle demişti:
— Yahu kardeşim, insan metroda kaybolduğunu filan yazar mı? Biz başımızdan geçenleri yazsak roman olur!
Şimdi İnterpol'da çalışan bir arkadaşına götürmüş, tanıştırmıştı. Paris’te birlikte okumuşlardı. Birlikte, çok güzel anıları vardı yaşanmış. Otelde çalışıp, ekmek paralarını, öğrenim masraflarını çıkarıyorlardı. Biri şöyle dedi:
— Ahmet Taner, ne güzel badana boya yapardı. Bakan olacağı o zamandan belliydi.
Ahmet Toner Bey şimdi yine Paris’te. Orada öğretim üyeliği yapıyor.
Son gelişinde, İhsan Sabri Bey’le konuşmuştu Ali. Bazı yerlerden eleştiriler geliyordu:
— İhsan Sabri Bey’le konuşulur mu?
İhsan Sabri Bey’in de başı dertteydi. Ona da feshedilmiş AP'nin bazı eski üyeleri kızıyorlardı:
— Yahu İhsan Sabri Bey, şimdi bir de Cumhuriyet mi alacağız? Bari, Hürriyet’e filan konuşsaydınız?
— Cumhuriyet geldi onunla konuştum. Hürriyet gelseydi, onunla konuşurdum. Ne yapayım yani?
AP'lilerin Cumhuriyet okuma zorunluluğu duymaları hoşuma gitmişti. Demokrasiye, biribirine katlanmaya alışmaları gerektiğini anlamışlardır onlar da giderek. Demokrasi barıştan, dostluktan geçer; düşmanlıktan değil.
Bulgarlar, Devlet Başkanı Evren'i Varna’da uğurlarken “Drujba, mir!” diye diye bağrışıyorlardı. Türkçesi: “Dostluk, barış.” demek. Bunu içerde de kurmak zorundayız.
★★★
“Ucuzluk”, “indirim yüzde 50” yazılı vitrinlerin önünden, bakmadan geçiyorum. Et-Balık satış yerlerinde jelatin kâğıtlara sarılmış yarımşar kiloluk paketler var. Pek kuyruk filan da yok. Bir bayan:
— Giderek, 250 gramlık paketler yapmak zorunda kalacaksınız.” dedi.
Ankara İktisadı ve Ticari İlimler Akademisi Ekonomi Fakültesi’nin yayınladığı “Ekonomik Yaklaşım” adında bir dergi var. Bunun altıncı sayısında ilgine yazılar var. ODTÜ İdari İlimler Fakültesi öğretim üyesi Dr. Oktar Türel “Seksenbeş’e Doğru” başlıklı araştırmasında, 1985‘te nasıl bir Türkiye bulacağımızı vurguluyor. Şöyle diyor bir yerinde:
“... 1977 1981 döneminin farklı iktisat politikalarının uygulandığı iki dilimden oluştuğunu: 1981'de işlerin “iyiye gittiğini”, dolayısıyle sözkonusu dönemleştirmenin anlamsız olduğunu ileri sürenler çıkabilir. Türkiye ekonomisinin bugün karşılaştığı bunalımın tümüyle 24 Ocak kararlarının eseri olmadığını ileri sürenler çıkabilir. Biz burada “ilk günah”ın izini sürmekle, 1970’lerin başında mı, yoksa 1930'larda mı işlendiğini saptamakla ilgilenmiyoruz. Türkiye’yi sanayileştirme kararını alan siyasal iktidarların günah işlediklerini de sanmıyoruz. Sadece şunu söylüyoruz: 1981’deki Türkiye ekonomisinin üretim tablosu 1977’dekinin bir kopyası gibidir. Dört yıllık “cevelan” sonucunda başlangıç noktasına dönülmüştür. Şu temel farklarla: Reel ücretler 1977'dekinin yüzde 43 gerisindedir. İşsizlik oranı 1977’de yüzde 13,6’dan, 1981de yüzde 16,6’ya çıkmıştır. Ve 1977 sonunda dış aleme 10,3 milyar dolar (ana para) borçlu olan Türkiye 1980 sonunda 17.8 milyar dolar (1981 sonunda yaklaşık 20 milyar dolar) borçludur. 1980 fiyatları ile dış borç yükü / GSMH oranı 1977’de yüzde 18,7 idi. 1980'de yüzde 30,3'tür. (Oranlar 1981 ortalama döviz kuru ile TL. eş değeri bulunan borç yükü ve 1981 fiyatları ile GSMH kullanılarak hesaplandı.)
1985'e, bugünkü üretim yapısı değişmeden, yani 1981 yılındaki ekonomik temelin “basit yeniden üretimi” ile girilirse, bunalım aşılabilecek midir? Bu soruya “evet” diyebilecek iktisatçının bulunacağını sanmıyoruz. O halde alternatifler tartışılmalıdır. Türkiye’nin gündemindeki büyüme ve yapısal değişme sorunları daha fazla ertelenemez...”