Dönemler...

Bir genç kızı köyden kasabaya göndereceklermiş. Arabacı da zıpkın gibi bir delikanlı. Bütün korku, arabacının yolda kıza bir şey yapması. Ne etsinler? Düşünüp taşınmışlar, genç kızı yaşlı bir nine kılığına sokmuşlar. Peçesini açmamasını, belini bükmesini hiç konuşmamasını sıkı sıkı öğütlemişler. Arabaya da bindirip uğurlamışlar. Arabacı önde, çarşafa sarılı, peçeli kız da arkada arabada gidiyorlar. Bir ara, arabacı arabayı hızlı mı sürmüş ne, arabanın arkasına takılı duran, ata su vermek için bulundurulan kova, fırlayıp düşmüş...
Arabacıya seslense, belli olacak genç olduğu sesinden. Düşünmüş, eliyle arabacının omuzunu dürtmüş, kovanın arabadan düştüğünü böyle haber vermek istemiş. Arabacı, ardına bakmadan karşılık vermiş.
— Aklımda aklımda! demiş, şu köşeyi dönelim de...
Burhan Felek’i ilk, 1950 seçimleri öncesinde, bir seçim kampanyası sırasında Kadıköy’de dinledim. Fıkralar anlatıyor, dinleyenleri kırıp geçiriyordu.
— Ben başkaları gibi fırka (parti) yapmıyorum, fıkra yapıyorum! diyordu. Anlattığı fıkralarla, satır arasında iktidara hazırlanan demokratları eleştiriyordu. Anlatıyordu:
— Adamın biri, köyden kalkıp İstanbul’a gelmiş, denize girmiş, yüzme de bilmiyor. Denizde oyalanırken tuvaleti gelmiş. Denizin içinde işini görmüş. Bir bakmış o da suyun yüzünde. Kızmış.
— Şimdi benden çıktın, bana yüzme mi öğretiyorsun? demiş.
Demokratlar, CHP'den ayrılarak parti kurmuşlardı ya, Felek fıkrayla demokratları iğneliyordu.
— Ben Üsküdarlıyım! diyordu. Kadıköylüler, Üsküdarlıları sevmezler. Ama ben severim Kadıköylüleri! onun için “Hemşerilerim” diyorum... yazarlığını da eleştiriyorlardı. Bir yazar, kendisi için:
— Bu ne biçim yazar? Her gün soğan, patates fiyatlarını, zamları yazıyor! Yazar mı, manav çırağı mı? demişti. Felek:
— Manav çıraklığı hiç de kötü bir şey değil, hiç olmazsa karnın doyar! diye ekledi. Üstü kapalı, kendini de eleştirebiliyordu.
Felek’in fıkralarına gülüyorlar, ancak sıra oy vermeye geldi mi vermiyorlardı. Sonra sonra, milletvekilliğinden umudunu kesti, İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine razı oldu.
Yetmiş yıl yazmış, dile kolay. Kaç dönemi yaşamış, kapanışını görmüş...
1946 seçimlerini gördüm. Babam, köyde yazılmış olduğu için, oyunu vermeye köye gitmişti. Yanında beni de götürdü. Demokrat adayların listeleri, bir taşın altındaydı. CHP’lilerin listesiyse, sandığa yakın bir yerde. Babam önce, taşın altındaki kâğıtlara yöneldi, elini uzattı! Arkadaşları uyardılar:
— Aman amca oraya değil, buraya geleceksin!
Babam, eli yanmış gibi uzaklaştı oradan. Sonra herkesin önünde, oy pusulasını sandığa attı, yeniden ilçeye döndük...
Tek dereceli, gizli oy açık ayırım yöntemiyle yapılan 1950 seçimlerini yaşadım İstanbul'da. Demokrasiye kavuşmanın özlemiyle, oylarımızı karma liste yaparak veriyorduk. Demokrasinin kazanmak demek olmadığını, o seçimlerin ardından öğrenecektim.
O yıllardan bu yıllara, köprülerin altından çoook sular aktı. Nice insanlar gelip geçti, siyasal yaşamdan...
Ankara’da 6 kasım günü, büroda çalışıyoruz. Erbil Tuşalp’ın usuna, arkadaşların yaşları geldi. Araştırmaya başladı, soruyordu:
— 1961 Anayasası, kamuoyuna sunulduğunda kaç yaşındaydınız? Arkadaşların yaşları şöyle çıktı:
Işık Kansu üç, Sedat Ergin üç, Zeki Saral altı, Hasan Uysal altı, Levent Sanın dört, Faruk Bildirici beş, Havva Can üç. Bunlar şimdi büyümüşler, gazetecilik yapıyorlar...
Erbil sordu:
— Bir dönem kapanıyor mu?
Yeni dönemler, genç kuşakların dönemi olacak, bunu unutmamak gerek!
1983 kasımına dek, yeni siyasal partiler yasası, yeni seçim yasaları hazırlanacak. Yeni partiler kurulacak. Bu arada gazetecilerin, yazarların işleri de yoğun mu yoğun olacak...