Doğramacı’nın Doğradıkları...

Önceki günkü "Ankara Notları”nda, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın, Berlin Özgür Üniversitesi profesörlerinden, dünyaca ünlü Dr. Gerhard Bauer’e yazdığı mektubu yayımlamış, "Mektubun gerçekleri yansıtıp yansıtmadığı üzerinde durulacak” demiştim. Gerçekler, İhsan Doğramacı’yı pek doğrulamıyor.
Doğramacı, üniversitelerden çıkarmalar konusunda "Görevden çıkarmalar YÖK’ten öncedir. YÖK, kimseye görüşleri yüzünden işten el çektirmemiştir” diyordu özetle. Bunu, bir Alman profesöre yazabilmiş Doğramacı, "Bizim işlerimizi nereden bilecek?" diye düşünmüş olabilir, ama bunu Türkiye’de üniversiteyle uzaktan yakından ilgisi olan birine söylerseniz, hemen,
Doğru söylemeyenin… der.
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı -Komutan Recep Ergun'du- 25 Şubat 1983 tarihinde, bazı öğretim üyelerinin işlerinden uzaklaştırılmaları ile ilgili olarak YÖK Başkanlığı’na bir yazı yazar, istekte bulunur. -Demek o zaman YÖK var- 26 Şubat 1983’te YÖK Başkanı, “gereğinin yapılmasını" ODTÜ Rektörlüğü’nden ister. İki üç gün sonra da, ODTÜ öğretim üyelerinden, iktisat profesörü Yakup Kepenek ile matematik doçenti Cemal Koç'un işlerine son verilir. Yazının altında kimin imzası mı var? Prof. Dr. Gerhard Bauer'e mektup yazan YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın!..
Yakup Kepenek’le Cemal Koç'a bildirim 28 şubat günü yapılır. Şubat da 28 çekiyor. Ertesi günü aylık alacaklar; ona bile olanak tanınmıyor! Göreve son verme yazısının altında da, "Yalnız iki kişidir" diye yazılı. Sanki göreve son verme yazısı değil, tiyatro bileti gönderiyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde üniversite öğretim üyeleri böylesine hafife alınmamış, küçük düşürülmek istenmemiştir. Doğramacı yönetimi göreve son verirken de göreve başlatılmayan Cevat Geray'a gösterdiği yasa maddesine dayanıyor: “1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 2766 sayılı kanunla değişik 2. maddesinin son fıkrası uyarınca" deniyor. Hem bu maddeyle göreve son veriliyor hem de aynı maddeyle göreve alınmıyor. İşler ne denli düzgün gidiyor? Marangoz ya da doğramacı tezgâhı gibi düzenli. İşten el çektirmeyi de ayın son gününe denk getiriyorlar ki, alacak-verecek kalmasın!
Prof. Yakup Kepenek ile Doç. Cemal Koç da sıkıyönetim kalktıktan sonra, “göreve başlatılmaları için” YÖK’e başvururlar. Alınmazlar! Çok üniversite öğretim üyesinin göreve alınmama yazılarının altında, hep Doğramacı’nın değil; zaman zaman yardımcısı Prof. Tahsin Özgüç’ün imzası bulunur.
Profesörlerin, doçentlerin, başla kamu görevlilerinin görevlerinden uzaklaştırılıp yeniden görev verilmemesine gerekçe olarak gösterilen 2766 sayılı yasa ile değişik 1402 sayılı yasanın ikinci maddesinin son fıkrası aynen şöyle:
“… Sıkıyönetim komutanlarının bölgelerinde genel güvenlik, asayiş ve kamu düzeni açısından çalışmaları sakıncalı görülen veya hizmetleri yararlı olmayan kamu personelinin statülerine göre atanması veya işine son verilmesi mahalli idarelerde çalışanların görevden uzaklaştırılması veya işlerine son verilmesi hakkındaki istemleri, ilgili kurum ve organlarca derhal yerine getirilir. Bunlar hakkında, tabi oldukları Emekli Sandığı Kanunu veya diğer sosyal güvenlik kurumları hakkındaki kanun hükümleri uygulanır. Bu şekilde işlerine son verilen memurlar, diğer kamu görevlileri ve kamu hizmetlerinde görevli işçiler bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar…”
2766 sayılı yasa, 28.12.1982 de çıktı. Öğretmenler, üniversite öğretim üyeleri, memurlar, işçiler bu maddeye göre işten atılıp bu madde gerekçe gösterilerek göreve alınmayıp açlığa mahkûm edildiler. Bunu da bir “MIT raporu”na, bir “güvenlik soruşturması”na dayıyorlardır, nereden bileyim?
Sıkıyönetim kalktı deniyor, ama “sakıncalı”lık. İhsan Bey, “İşten atılmalar YÖK’ten öncedir” derken, 12 Eylülcüleri suçluyor. “Bizim bir kusurumuz yok” demeye getiriyor. Recep Ergun, Prof. Yakup Kepenek’i nereden bilsin? Doç. Cemal Koç'u nereden tanısın? Yine üniversiteler içinden giden “ihbarlar”, “raporlar” rol oynamıştır olayda, ne bileyim?
Göreve alınmayanlar, YÖK'ün yazısıyla "idare mahkemeleri”ne gidiyorlar. İdare mahkemeleri yürütmeyi durdurma" ya da “iptal” kararı veriyor. YÖK'ün savunmanı orada; idare mahkemesinin kararını YÖK adına temyiz ediyor, dava üst mahkemeye. Danıştay’a geliyor. Danıştay 5. Dairesi'nde bu kararlar incelenip hep 2’ye karşı 3 oyla ya da bire karşı 4 oyla davacının aleyhine çıkıyor. Danıştay’ın kararı ilk mahkemeye göndermesi gerekir değil mi? Öyle olmuyor; Danıştay Dairesi esasa girip karara bağlıyor. İdare mahkemesinin kararında direnmesi, sonuçta Danıştay Genel Kurulu'na gidilmesi artık söz olamıyor. Bu konuda, hukukçu deyişiyle "İçtihat” yaratılamıyor. Mahkeme kararlarına saygılıyız elbette, ancak özgürlüklerin, demokrasinin yara almasına da göz yummayız... Danıştay, önemli bir yüksek yargı organıdır. 12 Eylül’den sonra 12 Eylül rüzgârları Danıştay üzerinde de estirildi. Orada da temizlik yapıldı(!)
Olayımızın birçok örnekleri var; İstanbul'dan tıp profesörü Gencay Gürsoy’la, hukuk doçenti Bülent Tanör, idare mahkemesinden “iptal” kararı aldılar, üniversiteye döndüler ancak bir ay çalışabildiler. Bir ay sonra yeniden görevlerine son verildi. Bu, daha geçen aylarda oldu. İhsan Bey, “işten çıkarmalar YÖK’ten öncedir” diyor. Bütün işten çıkarmalar YÖK zamanında oldu! İstanbul'da, görevlerinden uzaklaştırılıp mahkemelerde davalarını kovalayan daha birkaç kişinin adlarını yazmak isterim. Aralarında iki de bayan öğretim üyesi var; kıyımcılar, Atatürkçülüğü savunurlarken, kadın-erkek ayrımı gözetmemişler! Adlar şöyle:
İktisat profesörü Nuri Karacan, tıp profesörü Üstün Korugan, iktisat profesörü Kıvanç Ertop, hukuk profesörü Hüseyin Hatemi, hukuk profesörü Rona Aybay, yine hukuk profesörü Aydın Aybay, tıp profesörü Günsel Koptagel İlal, Prof. Oya Köymen. Daha çok… Yeri gelince değinirim.
Bir üniversite öğretim üyesine, bir öğretmene,
Git, mahkemeden karar al da gel, seni öyle işe başlatalım! demek ipe un sermektir. Mahkemeden karar alıp gelenide yine başlatmamak nasıl açıklanabilir? 
İhsan Bey, insanın gözünün içine baka baka, Alman Profesör Dr. Gerhard Bauer’e açıklamalar yaparken, ben 1402’lik Bahri Savcı’nın yüzüne bakamıyordum. Sanki onu, onları ben görevden uzaklaştırmışım gibi içimde bir eziklik duyuyordum. Prof. Bahri Savcı bana şunları söyledi:
YÖK üniversitesinde, YÖK gibi merkeziyetçilik içerisinde, dekanın rektöre, rektörün Yükseköğretim Kurulu’na, Yükseköğretim Kurulu’nun da bizzat Doğramacı’ya bağlı olduğu; Doğramacı’nın da Çankaya’ya bağlı olduğu bir sistem içerisinde bizzat Doğramacı’nın bilgisi, tasvibi (onayı) içerisinde olmayan hiçbir şey yapılamaz. Çünkü, aksi halde YÖK sistemi yıkılır; ona dışarıdan müdahale oluyor demektir…
Birkaç 1402’lik arkadaşıyla “ Tavukçu”da yiyip içerlerken, gazeteci Varlık Özmenek şöyle demiş:
Yahu, iyi ki şu 1402 çıktı; şöyle bir araya gelip iki tek atabiliyoruz!
Fen Fakültesi’nden 1402’yle uzaklaştırılan bir profesör uzun süre televizyon onarıcılığı yaptı, şimdi yurtdışında bir üniversitede dersler veriyor. Teybim bozulunca da Tahir Özdil’e götürüyorum. O 1402’lik değil, ama “YÖK döneminde üniversitede çalışılmaz!” diyerek istifayı basıp çıkanlardan. Haldun Özen de öyle. İkisi de şimdi bilgisayarlı özel işlerde çalışıyorlar. Tahir Özdil teyp onarımını zevk için yapıyor! Öğretmenler her çeşit işlere girip çıktılar. Neler yapmadılar?..
“Demokratikleşme” konusunda Prof. Bauer, geçiş dönemi yasası olan YÖK Yasası’nın demokratikleşme doğrultusunda değiştirilmesi gerektiğini söylerken, Doğramacı, YÖK üniversitelerinin özerk ve demokratik olduğunu bildiriyor. Öğrenciler konusunda da “Beş yıldan beri hiçbir fakültede polis baskını ve öğrenci tutuklanması yaşanmamıştır” diyebiliyor. Herhalde gazete okumuyor, ne bileyim? Ayrıca bununla poliste işkence gören öğrencilerle ilgilenmediği de ortaya çıkıyor, gizleyemiyor!