Dilde Aşağılık Duygusu... (1)

Cumhuriyet okuru Nigâr Nurten Arakon, İstanbul’dan yazdığı mektubunda, dil üzerinde duruyor. Dili öyle benim gibi, öz Türkçe değil. Seslenişi, Kafkas-Azerbaycan ağzı. “Mustafa Bey Ekmekçi” diyor. Bugün, onun içten mektubuna yer vermek istiyorum. Şöyle diyor okurum:

“Merhaba Efendim.

Nasılsınız, iyi misiniz? Umarım ve dilerim, hem siz, hem de hane halkı afiyettesinizdir.

Aslında bu mektubu çok daha önceleri yazacaktım. 26 Eylül Dil Bayramı’na denk düşsün istemiştim. Beklenmedik (hastalığın bekleneni olur mu demeyin; kişi, soğuk algınlığını, başına gelecekleri az-çok duyumsar; vücudu kırılır, hafiften ateşlenir vb.) bir saygısız, patavatsız konuk gibi geliverdi böbreklerime sayrılık. Doğrusu, kırkından sonra kırk derece ateşle yatınca yakayı sıyırmak kolay olmuyor. Açıkçası, henüz ölüme hazır değilim; istemiyorum ölmek. Yapacak işlerim, görmek istediğim güzel günler var daha. Bu defalık kefeni yırttım.

İşte bu sırada benim engin iyimserliğim, bir kere daha, imdadıma yetişti ve ‘…hiç değilse, bu vesile ile ultrasonografi denileri teknoloji harikasıyla tanıştım’ dedim. (İnsanın, çalışmakta olan ‘iç’ini seyretmesi garip bir duygu!)

Biz insanlar tuhafızdır. ‘Düşman’ı hep dışımızda ararız. Halbuki, en korkuncu içimizde değil mi?

Bunca yıldır dost bildiğiniz yüreğiniz, bir gün yüreğinizi hoplattı. Benim böbreklerim (ki, onlara çifte kumrularım diyorum; çünkü, gözlemlerime göre, kumrular hem bencil, hem de hain kuşlar) ihanet etti. Hekimin tanısı, ‘taşa bağlı nefrit’. Siyah mercimek kadar bir taşı düşürmek için bu ateş, bu velvele niye, anlamış değilim. Bu taş ‘Refah’lı olmasın sakın; giderken bunca sıkıntı verdiğine göre… (Hatırlar mısınız, Necmettin Erbakan Odalar Birliği seçimini yitirdiğinde, koltuğunu, polis marifetiyle, zoraki bırakmıştı. Gidesi yoktu. O zamanki Akşam’da çıkan resmi hatırlıyorum; kargatulumba atmışlardı hazreti.)

Ama, hafif iki taş var, biri sağ, öteki sol böbreğimde. Soldaki, bizim sosyal demokratlar gibi; arada sırada, hafiften hafife, cılız bir sesle ‘Ben varım’ diyor. Sağdaki ise, fırsat kollayan şeriatçılara benziyor: Oluşum aşamasında. Bu ikisinden de kurtulduğum zaman hem ben rahatlayacağım, hem de Türkiye. (Elbette anladınız; sosyal demokratlar derken, Deniz Baykal ve çevresi ile Bülent-Rahşan Ecevit’i kastediyorum.)

Neyse, bugün sizinle, dilimiz konusunda dertleşmek istiyorum. (Daha sonra, başka konularda da yazmak, yardımınızı istemek kararındayım. Yardım, kendim için değil, toplumsal dertlerimiz için.)

Bilirsiniz, biz Türkler için ‘ana’ kutsaldır. Belki de bu nedenle, üç ‘olmazsa olmaz’ımızın başına ‘ana’yı getirip oturtmuşuz: Anayasa, Anavatan, Anadil (Anamıza küfür cinayete bile yol açar da, başkasının anasını, hiç düşünmeden harcayıverir erkek milleti.)

Anayasa ile Anavatan’a kısaca değinmeden önce Alman Şansölye Bismark’la ilgili bir anekdotu yazmak istiyorum (belki de biliyorsunuzdur).

Önemli bir kabine toplantısı başlamak üzereyken, ilgili zevatın yerlerini almasından sonra Bismark masadaki çuha örtüyü kaldırıp bakmış. Buna şaşıranlardan biri ne aradığını sormuş. Bismark’in yanıtı:

Time’ın muhabiri var mı diye baktım.

Oradan çağrışımla derim ki, anavatanımızın acaba bir karış toprağı kaldı mı Amerikan üssü, kuruluşu, bilmem nesi olmayan? ‘Amerikan üssü yok, tesisi var’ diyen Süleyman Demirel değil miydi? Dini siyasetin gözüne sokup, memleketin bu hale gelmesindeki ikinci adam. (Birincisi, ayağının tozu ile ezanı Arapçaya çeviren Menderes). Şimdi laik öyle mi? Şimdi Atatürkçü öyle mı? Sevsinler! (Ama, 1950’den bu yana 46 yıldır, bir ezanı bile Türkçeleştirmeyen -sözde- solcuları da sevsinler!)

Anayasamız ise, ‘Bin kocadan arta kalan bakire!’

Anadilimizin hal-i pürmelali ortada.

Ama neden çoğunluk Türkçeye, anadiline böylesine düşman? Birçok başka konuda olduğu gibi, anadilimiz konusunda da bir aşağılık duygusu içindeyiz diyemeyeceğim, onlar düpedüz aşşağılık! Dahası, bilmeden, bilinçsizce vatan haini! Ne var ki, bizdeki yabancı dil hayranlığı, yabancı dilin boyunduruğuna girme merakı, öyle yeni değil. İngilizceden önce Fransızca egemendi kentsoyluların diline; bunun yakın tanığı ve gözlemcisiyim...”

(Bayan Nurten Arakon’un mektubu daha uzun. Kısaltmaya ya da özetlemeye kıyamadım. Mektubun arkasını salı günü yayımlayacağım.)

***

Bu yılbaşı gecesi, Ömer Asım Aksoy’u andım gönlümden. “Sağ olaydı, şimdi arardım” dedim içimden. Ertesi günü torunu Gündüz Aksoy aramaz mı? Öyle duygulandım ki. Gündüz’ün babası Süreyya Bey’le konuştum. Onda, Ömer Asım Aksoy’un yazıp bıraktığı not defterleri, şiirleri varmış. Bunları, yayınevlerinden basmak isteyen olursa, 0 312/4682033 numaralı telefona başvurarak, Süreyya Aksoy’dan bilgi alabilirler. Ya da, Gülden Sokak 13/2 Güvenevler/Ankara adresine mektup yazabilirler.

* * *

Nâzım Hikmet Kültür Sanat Vakfı’nca yayımlanan “1997 Nâzım Hikmet Ajandası”ndan edinmek isteyen okurlar. Cumhuriyet Ankara Bürosu’na başvururlarsa, ederi karşılığında “ajanda”dan edinebilirler. Ederi: 500 bin TL.