Dik Durun Ulan!

Yıllardır Londra'da yaşayan yazar Orhan Suda gelmişti Ankara'ya. O anlattı. Bizim evdeyiz, eşi Sevgi de var. Orhan Suda dedi ki:
Hiç unutmam, 1987 yılıydı, Selda Bağcan'la birlikte Londra 'ya gelmiştiniz. O çalıp söyledi, sen de konuşma yaptın. Bin kişinin karşısında ne dedin biliyor musun?
Ne dedim?
Ben korkağım! dedin..
Demişimdir, öyleyim.
Ben böyle bir konuşma dinlemedim! Bin kişilik bir kalabalığa, bu konuşmayı yapabilmek…
Orhan Suda, pazartesi akşamı Atatürk Kültür Merkezi'nin büyük salonunu dolduran kalabalığa, İlhan Selçuk'un yaptığı konuşmayı dinleyebilseydi, daha çok etkilenir, keyiflenirdi.
İlhan Selçuk konuşurken, yer yer kendimi tutamıyor, kahkahalar atıyor, ellerim çatlayıncaya değin alkışlıyordum. Mete Akyol la yan yanaydık. Önümüzde Oktay Kurtböke var, dayanamadı Oktay:
Ne kadar çok konuşuyorsun Mustafa?
Ne yapayım ben böyleyim. İlhan'ın konuşmasını dinlemedim, yaşadım.
12 Martlardan az sonraydı; Doğan Avcıoğlu birgün, Atatürk Bulvarı'nda karşılaştığımızda:
Küflü'den para aldım, dedi, gel sana bir yemek ısmarlayayım! Cebindeki tomarla paraları gösteriyordu.
Bulvar Palas’a girdik, rakıları söyledik. Kafamda gördükleri işkenceler vardı. İlhan, İlhami Doğan hangisi daha çok işkence görmüştü? Bunları öğrenmeye çalışıyordum. Dışarıya duyumlar geliyordu. Doğan Avcıoğlu’nun cebinden dilaltı ilacı "Isordil" çıkmış. Bunu gören işkenceciler:
Elimizde kalır! diye, işkence yapmamışlar...
Konuşmamızdan sonra, satır arasında bir şeyler yazdım.
Doğan Avcıoğlu, sonraki bir görüşmemizde:
İlhan çok kızdı! dedi. “Ekmekçi’ye çok konuşmuşsun!" diyor.
Pek bir şey de yazmamıştım oysa. İlhami'yle (Soysal) uzun uzun konuşmuştum sonra, O’nun arabasıyla koca Ankara'yı dolaşmıştık. Yeni Ortam’daydım. İlhami'nin de, Yeni Ortam'a yazmasını istiyordum. Kemal Bisalman asıl konuşmamı istemişti.
İlhami yazmak istemiyordu.
Ben bu işkenceleri yaşadıktan sonra yazı yazamam! diyordu. Ne yazacağım? Ben insanlığımdan utanıyorum!
Sen niye utanacaksın, asıl işkenceyi yapanlar utansın. Asıl, onlar insan değil... Anlatıyordu:
Helaya götürüyorlar, ayaklarım zincirli. Güç bela işimi görüyorum. Pislikler, zincirlere bulaşıyor. Öylece yatağa giriyorum...
İki saati aşan dolaşmadan sonra, İlhami yazı yazmaya razı oluyor:
Peki azizim, diyor, yazacağım!
Bir gün Kemal Bisalman'dan bir telefon:
İlhami Soysal ’ı ara, O’nun görevine son verdiğimi bildir!
İlhami'yi ben aramam. Sizde telefonu var, siz arayıp, istediğinizi bildirin. Ama, sonucunu da düşünün!
Telefonu kapatıyoruz. Gazetenin Ankara Temsilcisiyim, sözümde gözdağı var: "İlhamı giderse ben de giderim, ona göre ha.'" demek istiyorum patrona... (Bunu ilk kez yazıyorum).
Hey gidi günler...
İlhan Selçuk'u yalnız dinlemiyorum, yaşıyorum. Konuşuyor:
"İnsanın insanlaşması kolay olmamış. Ptecantropus Erectus, yerde dört ayak üstündeyken ayağa kalkmış. Bu, binlerce yıl, ne binlerce, onbinlerce yıl süründükten sonra gerçekleşmiş. Dört ayak üstündeyken birgün ikileşir. Bugün bir arkadaş yazısında anımsatıyor; böyle şeylerden pek hoşlanmam; ama, o anıyı irdelemek istiyorum. Ziverbey'e götürdükleri zaman, gözlerim kapalıydı. Üzerimde bir siyah kaban vardı. Bir yerde araba durdu. Bir bahçe içinde olduğumu tahmin ettim, çünkü kapılar açılıp kapandı. Birisi:
İn! dedi.
Tabii, ellerim ayaklarım bağlı. Ve arabadan inerken önümü görmediğim için, ne kadar eğilirsem o kadar görebilirmişim gibi bir sanıyla arabadan iki büklüm indim. İki büklüm yürüyor gibiyim. Kendi kendime.
Dik dur ulan! dedim ve dikildim
Şimdi bunları anlatırken, güzel anılar olarak dile getirebiliyoruz. Askerlik anıları gibi, arkadaşlık anıları gibi, işkence anıları da zaman geçince ballanabilir. Bunları anlatırken, işkence görmeyenlere karşı bir ayrıcalığı varmış gibi olursunuz. Ama, hayır öyle değil. İnsanın ödü kopuyor. (Burada kahkahaları koyuverdim! M.E.) Ben hepiniz gibi korkarım, tembelleşirim, kaytarırım, koyun olurum, akrep olurum, aslan olurum. Siz ve ben bir bütünüz. Ben sizden biriyim. Hiçbir ayrıcalığım olmadığı gibi sizden ayrı olarak hiçbir erdemim de yok. Kendimi bu onur ödülüne başlangıçta, onur yazarlığı ödülüne layık görmedim. Kitap Fuarı'nı yöneten dostlarla tartıştık. 'Bir tek koşulla bunu kabul ederim, o da hep birlikte, açık oturumlarla, toplantılarla karşılıklı fikir alışverişleriyle ve benden çok daha onurlu dostlarla paylaşabileçeksem, o zaman haydi bir şey yapalım...' Eksik olmayın, beni yücelttiniz, gönendirdiniz. Ama, önümüzde daha, uzun bir yaşam var. Yaşam, bir gün olsa bile gene uzundur. Üç yıl, beş yıl olsa gene uzundur, bir hafta olsa, yine uzundur. Çok uzun bir süreç gibi yaşanması gerekir bir günün. O bir günün de bizim yaşamımız olduğunu unutmamak gerekiyor..."
İlhan Selçuk, bu toplantının jübilesi yapılan bir futbolcu gibi düşünülmemesi gerektiğini söyledi. "Sahalardan ayrılacağımı kimse düşünmesin" dedi (Uzun alkışlar, kahkahalar). "Daha çok gol atacağız, daha çok gol yiyeceğiz. Yenileceğiz, yeneceğiz. Yeryüzü tarihi, haklıların yenilgileriyle doludur. Her yenilgi, tarihin bir sayfasını açar. O sayfalar birikir, yenile yenile en sonunda yengiye dönüşür..."
Halit Çelenk’in "yürek vurgunu" yüzünden katılamadığı “İlhan Selçuk'un Onur Gecesi" çok güzel geçti. Ankara'dan kalkıp gittiğime değdi. Selçuk, geceye katılan sanatçılara, konuşmacılara teşekkür etti, şöyle dedi:
"Bütün bunlar benim için şükranla karşılanacak büyük onurlar. Ama önümüzde uzun bir süreç var. Korkuyorum, acaba ben de döner miyim, satılır mıyım, yıkılır mıyım diye, önümüzde sınavlar var. O sınavları da elbirliğiyle aşmak gerekiyor..."
Ben asıl buradan dönenlere, yıkılanlara seslenmek istiyorum:
Dik durun ulan!