“Ankara Notları"nda, bir yandan Avrupa’yı anlatırken bir yandan da ülkede olup bitenleri gözlemlediğimce sergilemeye çalışacağımı belirtmiştim. Almanya'da dinlemiştim bir öyküyü; Türk işçilerinden birini polis, karakola götürür. Karakolda komiser sorar:
İfade verecek misin? Türk işçi bu soruya şaşırır:
Eh, buraya getirdiğinize göre ifade vermemek olur mu? Vereceğız elbet!
Bak, der komiser, istersen ifade vermeyebilirsin. “Avukatımı bekleyeceğim” diyebilirsin...
Allah Allah, der içinden bizim işçi, adamlar yakalayıp getiriyorlar, sonra da "ifade verecek misin" diye soruyorlar.
Burada böyle, dedi arkadaşım, istersen polise ifade vermeyebilirsin..
Ankara'da DGM önünde, analar, babalar bekleşiyorlardı. On gün kadar önce, yirmiyi aşkın üniversite öğrencisi, gece evlerinden alınıp emniyete götürülmüşlerdi. Gözaltındaydılar, Hakan'ı götürürlerken saat 02.30 muydu neydi? Onu götüren sivil polis görevlisi, ağlayıp duran anaya:
Üzülmeyin, iki saat sonra çıkar gelir! demişti.
DTCF’den Fatma Kurukafa ile Hukuk Fakültesi’nden Binnur Yılmaz bir gece gözaltına alındılar. Onlar gözaltına alınır alınmaz, kaldıkları yurtta yatakları toplandı. Yurtla ilişkileri kesildi.
Analar, babalar çocuklarının sorgularının bitirilip DGM'ye getirilecekleri günü, saati bekliyorlar. Ana Gülizar Aslan, kelepçeli getirilen oğlunu, öbürlerinin arasında tanıdı. Polislere:
Benim oğlumun bir suçu yok ki neden gözaltına alıyorsunuz, diye inledi. Görevli polis:
Tabii suçu yok canım, camide namaz kılarken getirdik! yanıtını verdi. Görevli polis, bu yanıtıyla, anaya, “senin oğlun bal gibi suçlu" mu demek istiyordu? Polis görevlisinin öyle yanıt vermeye ne hakkı vardı?
Benim oğlum suçsuz, hiçbir şeyle ilgisi yoktur! diyordu, dövünüyordu. Adı Gülizar Aslan'dı:
Aaaah, ah diyordu, Erzincanlı diye benim oğlunu tutuyorlar. Erzincan’dan alacağım kaydını Ankara'ya naklettireceğim.
Hakan'ın annesi Menşura Hanım'ın gözleri ağlamaktan şiş şişti. Baba Kâzım Beyin saçları, bıyıkları birkaç gün içinde ağarmıştı. Üzgündüler. Gözaltındaki Levent Aslan, Erzincanlı olanı, Gazi Üniversitesi'nin müzik bölümündeydi. Hakan Karadeniz, Sivaslı’ydı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi dördüncü sınıftaydı.
Neden öğrenciler, özellikle üniversite öğrencileri böylesine tedirgin olmuşlar, tedirgin edilmişlerdi. Halk deyimiyle ocutulmuşlardı. 12 Eylül gelir gelmez, önce üniversiteler suçlanmıştı, öğretim üyeleri suçlanmıştı. Tüm üniversitelerden 4 bin 970 öğretim üyesiyle yardımcısı, asistanlar ya görevlerinden alınmışlar yada baskılar karşısında görevlerinden ayrılmak zorunda bırakılmışlardı. En nitelikli kadrolar ayıklanmıştı. Üniversitelerde artık bilim yapma olanağı da kalmamıştı.
İstanbul'da çıkan "üniversiteli" adlı 15 günlük gençlik gazetesinin üçüncü sayısında, Mehmet Önal adında bir öğrenci, şöyle yazmıştı:
"...Ben bilgilenmeyi, doğa, toplum ve insan gerçeği üzerine yeni bir şeyler öğrenmeyi, dolayısıyla bilimi çok seviyorum... Bilim adamı değilim. Olacağım da yok. Bir köy çocuğu olarak köyden çıkıp üniversiteye kadar gelebilmek bile; ayrıca YÖK’ten sonra üniversitelerin bilimsel açıdan düştüğü fukaralık düzeyi ortadayken, “bilim adamı” olmak, ‘bilimin üretilmesi sürecine katılabilmek' gibi düşler hiç de gerçekçi değil. Bu nedenle daha gerçekçi düşler ve hedeflerle yetiniyorum. Örneğin, hiç olmazsa üretilmiş bilgiye ulaşabilmek, kendi çapımda okuyup izlemek gibi. Aslında bunu yapabilmek bile beni fazlasıyla hoşnut ediyor. Mutlu oluyorum. Doyum buluyorum. Sınırlarımı ve olanaklarımı zorladıkça insan olmanın ne anlama geldiğine yaklaşır gibi oluyorum..."
Buraları okuduktan sonra, üniversitelerde nasıl bir öğrenimin yapıldığı anlaşılmıyor mu?
DGM önüne, gözaltındaki gençlerin getirilişlerini görmek, olayı izlemek için Diyarbakır SHP Milletvekili Fuat Atalay ile birlikte gitmiştik. Analar bekleşiyorlardı. Öğrencilerin bir bölümü, DGM'ye getirilmişlerdi. Durumu öğrenmek için, DGM Savası Nusret Demiral’ın yanına çıkmak istedik. Aşağıdaki bayan polis, yukarıyla konuşarak, “Buyurun çıkın" dedi, yanımızda bir polis memuruyla, asansöre binip yukarı çıktık. Beşinci kata vardık. Orada 6-10 öğrenci sorgularını bekliyorlardı. Kiminin saçı sakalına karışmıştı. İşkence görmüşler miydi? Bu konudaki soruya susarak karşılık veriyorlardı. Biri, "Hayır” dedi, biri, “manevi işkence gördüğünü” söyledi. Nusret Demiral'ın odasına yöneldiğimiz sırada saçları kırlaşmış, uzun boylu biri hışımla geldi, bağırmaya başladı:
Burada bir milletvekiliyle bir gazeteci varmış! Kim aldı onları buraya? Derhal dışarı çıkarın bunları...
Ben donup kalmıştım. Adını sonradan öğrendik, savcı yardımcılarından yargıç yüzbaşı Ülkü Coşkun’muş. Sol eli havadaydı, işaret parmağı da!
Fuat Atalay, "Milletvekili benim" dedi. "Kiminle görüşüyorum" diye sordu:
Ben savcıyım! yanıtını verdi Ülkü Coşkun...
Önce elinizi indirin! dedi Fuat Atalay. Öyle konuşun. Bağırmayın. Karşınızda halkın temsilcisi, milletvekili var!
Milletvekili olursan ol! Ben de halkın kendisiyim...
Sizin adınız ne?
Savcı yardımcısı adını söylemedi, "Bunları derhal dışarı çıkarın!” diye buyurarak odasına çıktı. Odadan da sesi geliyordu. Telefonda konuşuyor olmalıydı:
Kim alıyor bunları bizim iznimiz olmadan? (herkesi azarlıyordu)
Fransızların bir sözü var, "Kızıyorsunuz, öyleyse haksızsınız" diye. Ülkü Coşkun haksızdı. Hiçbir yasa, bir savcıya bir gazeteciyi, bir milletvekilini azarlama hakkı tanımaz. Avrupa'da böyle şey olmaz!..
DGM Savcısı Nusret Demiral'ın sekreterlerinin odasında bir süre oturduk. Sekreter Bayan, oraya geldiğimizi Nusret Demiral'a söyleyememişti. "Biz telefon edemeyiz” diyordu. Neden bir milletvekili, bir gazeteci, yazar DGM savasıyla görüşemiyordu. Adlarımızı bırakıp, oradan ayrıldık...
Fuat Atalay, kulağıma eğildi:
Bugün benim yaş günüm! dedi. 1952 doğumluydu. Günlerden 5 mayıs, Fuat Atalay'ın yaş gününü ayaküstü kutladım...
DGM önünde analar bekleşiyorlardı. Sonradan anlattılar. Nihat Sargın’la Haydar Kutlu'nun gelişleri olayından sonra, DGM'de hava değişmişti. Üst katlara kuş uçurulmuyordu. Bizden sonra, olayları izlemeye gelen gazeteciler de, DGM önünden kovalanmışlardı...
Bugün analar günü, kutlu olsun analara!
8 Mayıs 1988, Cumhuriyet