Dersim'deki Türkü...

3 mart pazar akşamı saat 19.30'da, Samsun’un Ladik Akpınar Köy Enstitüsü'nü bitirenler, Ankara'da Starton Oteli’nde bir araya geldiler. Aydın İpek’in düzenlediği toplantıya katılanlar, bir bir kendilerini tanıttılar. Aralarında enstitü yöneticisi (müdür) Enver Metinel (81) ile öğretmenler de vardı. Enver Metinel’in konuşması çok etkileyiciydi. O,1936 yılında atandığı Dersim’de (Tunceli) geçen iki yılını anlattı: (Uzgöreçler için telefonu: 0 312/431 67 12.)
Enver Metinel, Balıkesir'deki Necati Bey Öğretmen Okulu'nu bitirir bitirmez, İstanbul'dan gelen iki arkadaşıyla birlikte, 1936 Ekimi’nde adı Tunceli'ye çevrilen Dersim’e atanmıştı. Arkadaşlarından biri, Necdet Esin’di, şimdi Balıkesir'de yaşıyor o, Hozat'ın bir köyüne atanmıştı; öbürü de eski Ankara Milli Eğitim müdürlerinden Hasan Özbay'dı, öldü. Dersim'e Elazığ üzerinden giderler. Elazığ'a varınca, orada Dersim Kürt isyanını bastırmakla görevli olan Abdullah Paşa ile tanıştırılırlar. (Abdullah Paşa Kastamonu’nun Taşköprüsü'nde 1878 yılında doğdu, tam adı: Hüseyin Abdullah Alpdoğan; korgeneralliğe değin yükseldi. 1972 yılında 94 yaşında öldü.)
"Dersim Harekâtı"nı yöneten Abdullah Alpdoğan, genç öğretmenleri uğurlarken:
Haydi evlatlar, haydi cumhuriyetin genç öğretmenleri, göreyim sizi, Allah muvaffak etsin! der
Paşa, bununla Doğu’daki sorunun eğitim yoluyla çözülebileceğini mi anlatmak istemişti? Paşa, Enver Metinel’in omzunu okşamıştır.
Ladik-Akpınar Köy Enstitüsü’nün eski yöneticisi Enver Metinel, konuşurken duygularını saklamıyordu. Özetle, şöyle dedi:
Oradan hiç unutmam, Çemişkezek yoluyla Dersim'e gidiyordum. Yol yordam yok; kırık dökük bir arabayla gidiyorum Elazığ'dan. Hani şu Fırat'a karışan Murat Suyu'na geldiğimiz zaman, bir sabaha karşıydı bizi in cin olmayan bir yere bıraktılar. Baktık, önümüzde gürül gürül Murat Suyu, karşıdan bir sal gelecek onu bekliyoruz; onunla Murat’ı geçeceğiz. Sal geldi, derme çatma bir sal. Başladı herkes ‘kelime-i şehadet’ getirmeye. ‘Ne oluyoruz?' diyorum; kendiliğimden ben de “kelime-i şehadet" getirdim! Coşkun su, bizi Fırat’a sürükleyebilir. Çemişkezeke geldim, uzun bir yolculuktan sonra. Katırla gelmiştim. Katırın da bir türküsü vardır, hiç unutmam: 'Dünya fâni imiş ben de anladım / Katırcı kapıya geldiği zaman!'
Enver Metinel, Çemişkezek’te Dede Nüzhet'le tanışır. Dede Nüzhet ozandır, taşlamacıdır. 1920’li yıllarda Meclis’e gider, Meclis’teki kara tahtaya:
"Bu hürriyet midir, ya kat’ı zürriyet midir bilmem" diye yazar; ondan sonra çıkar gider iyi mi? Dede Nüzhet'in taşlamalarını, 1957 yılında Ulus gazetesinde, "Yurt Köşelerinden" başlığı altında yayımlamıştım
Enver Metinel, anlatıyor:
"Dede Nüzhet'te bir şiir defterim kaldı, helali hoş olsun. 13 saat süren yolculuk bir çizgi gibi geçti. Atandığım köyün o zamanki adı ’Halmüge', sonradan ‘Aksöğüt' diye değiştirildi. Burası 50-60 evlik bir Türk köyüydü. Çemişkezek'e bağlı bucağının eski adı Başvartinik, yeni adı Başpınar… Sürekli Kürtlerle savaşım halindeydiler. Köyün küçükbaş, büyükbaş hayvanları akşam köye dönerken yolları Kürtlerce kesiliyor, köyden iki delikanlı ölüyor. Gittiğimde köy yas içindeydi. Göreve başladım. Bir gün, köyün ileri gelenlerinden Hacı Tahsin ile köyün vaizi Hasan Efendi geldiler:
Muallim Beg, hoş gelmişsen, sana çözemediğimiz bir şey vardır, onu sormaya geldik...
Nedir?
5-6 metrelik bir ağaç getirin, dedin, bunu musalla taşının başına diktin. Her perşembe günü öğleden sonra, öğrencilerini topluyorsun, o musalla taşının üstüne çıkıp öğrencilerinle bir türkü söylüyorsun. Hem sen, hem öğrencilerin türküyü söylerken divan duruyorsunuz. Kimse kımıldamıyor. Bu nedir, nedendir?
Bana bir hatta izin verin, o türkünün karşısında neden divan durduğumuzu anlatacağım! dedim.
O zaman kadın erkek arasında kaçgöç vardı. Bir hafta kadınlara, bir hafta erkeklere, neden o türkü söylenirken divan durduğumuzu anlattım. O zaman, perşembeleri öğleden sonra okul yarı tatil edilir, cuma günü de tam tatil olurdu. Merak ettikleri o türküyü, perşembe öğleden sonra, cumartesi günleri de sabah okula girerken söylerdik. Munzur Dağı’nın yüksek bir yerine, musalla taşının üstüne çıktım. Çocuklara, merak ettikleri türküyü söyletiyorum. Sizi temin ederim, bir de gördüm ki, kadınlar başlarında çatılarını düzelttiler, yolda yürüyen herkes o türkü söylenirken divan durdu! (Köylülerin “türkü "dedikleri, Egemenlik -İstiklal Marşı'ydı. 5-6 metrelik ağaç da bayrak direği!)
Bir Hasan Onbaşı Karakolu öyküsü vardır, benim bulunduğum Halmuge Köyü'ne yakın. Karakolu bastılar, orada Hasan Onbaşı ile 2-3 arkadaşı öldürüldü. Oranın adını ‘Hasan Onbaşı' koydular. Hozat'ta, Bingöl, Tunceli'de olayların yüzde 70 oranında önü alınmıştı. Sonra, Atatürk geldi oraya. Hozat ’a giderken çok sık bir ormanlık vardır. Atatürk buraya ‘Sin-geç’ adını vermiş. ‘Sın-geç köprüsü' sanıyorum. (Sinmek, saklanmak demek.)
1938’de ben ayrıldım oradan. Ayrılacağım gün, köyün tanınmış kişilerinden Hacı Tahsin, sabah erken kapıyı açıp odama girmiş; ben daha yatıyorum. Uyandım, baktım, yağmur yağıyor sandım. Çünkü çatı görünüyordu. Gözümü açtım, beni evlat yerine koyan Hacı Tahsin iki gözü iki çeşme ağlıyor. Gözyaşları yüzüne damlıyor.
Hacı Baba, ne oluyor? diye doğruldum.
Bir de dışarı baktım, bütün köy, kadın, çoluk çocuk (erkekler dışarılara çalışmaya giderdi) yollara dökülmüşler, beni uğurlayacaklar. Dağkeçisi oralarda vardır, bir dağkeçisini kurban kesmişler, kurbanın kanını Hacı Tahsin alnıma surdu, şöyle dedi:
Allah hükümeti cumhuriyete zeval vermesin! Senin gibi bir öğretmene bizi kavuşturdu. Ama, sana şu halk ve öğrencilerin adına şunu söylemek isterim: Sen artık buraya dönmeyeceksin. İçimizde bu özlem var. Ama, sen kesinlikle daha büyük öğretmen olacaksın!” (Ladik Akpınarlı Köy Enstitülü öğrencileri, öğretmen arkadaşları onu çılgınca alkışlıyorlardı.)