Demokrasinin D'si.

Bir gün camiye bir domuz girmiş; müezzin, domuzu çı­karmaya uğraşıyor, ama bir türlü başaramıyormuş. Cami­nin karşısında durumu seyreden Bektaşi dedesi:

Yobazın domuzunu görmüştüm ya, domuzun yobazını ilk kez görüyorum! demiş.

Ramazan, tüm ülkede, yobazların baskılarıyla geçti. Geçtiğimiz günlerde, Samsun'dan Terme'ye gezmeye gi­den gençler. Ramazan günü öğleyin yemek yediler diye, bir taşlanmadıkları kaldı. Saldırganlar, bir de bilgisizlikleri­ne veriyorlardı gençlerin:

Siz aydan mı geldiniz. Ramazan olduğunu bilmiyor mu­sunuz?

Tansu Çiller, Necmettin Cevheri, ellerini dua eder gibi yarı kaldırmış, poz veriyorlar, bu fotoğraflar gazetelerde çı­kıyordu.

Dokunulmazlıkların kaldırıldığı son iki gün, Meclis'e uğ­radım. Çoktandır gitmiyordum. Neden ayaklarım geri geri gidiyordu? Basın locasını genç gazeteciler doldurmuşlar­dı. Mangalda kül bırakmayan köşe yazarlarından kimse yok gibiydi. Bereket Teoman Erel’ı gördüm, yabancı bası­na ayrılan yere oturup, birkaç dakika birlikte izledik. Yerim­de duramıyordum:         .

Hadi bana eyvallah! Ben yedi aylığım, daha çok oturamam!

Kulislerde tur attım. Dinleyici locaları dolmuştu. İzleyen­lerden kimi, dokunulmazlıkların kaldırılması olayını üzün­tüyle seyrediyorlardı. Yangından mal kaçırır gibi, ivecenli­ğe mi getiriliyordu her şey?

Kürsüde yarkurul adına Coşkun Kırca konuşuyordu. Kır­ca, ağzından alevler çıkan konuşmasını yaparken düşünü­yordum: 1967'lerde Çetin Altan'ın dokunulmazlığı kaldırılır­ken, Emin Paksüt'le Coşkun Kırca'nın çabalarını. Çetin Altan, Akşam’daki yazılarında, ikisini kalemine dolar, soyadlarının ilk hecelerini yazarak, "Kır-Pak"lar derdi. Onlar da öfkelenirler, Çetin Altan'ın dokunulmazlığını kaldırmak için yapmadıklarını komazlardı. 1960'lı yılların ortalarında ismet Paşa, ünlü Ece Ajandası’nın 25 Kasım tarihli say­fasına, şu notu düşmüştü:

"En önemli Coşkun Kırca-en menfi-terbiyesiz, müteca­viz, olumsuz."

Metin Toker, yeni çıkan "İsmet Paşa'nın Son Yılları” kita­bının 64. sayfasında şunları yazar:

Kırca, Feyzioğlu'nun cepheye sürdüğü silahendazlardan biridir. İnönü'nün 18 Aralık'ta koyduğu teşhis şudur: ‘Feyzioğlu takımı azgın’. Bu takım bütün toplantılarda genel başkana şiddetle saldırmaktadır...

Metin Toker, 1966 yılı için şunları yazar:

İnönü 82 yaşına rağmen fiziksel bakımdan sapasağlam­dı. Bunu ancak 1970'lerin başında, katarakt ameliyatı geçir­dikten sonra kaybedecek, bu da onun Ecevit karşısında yenilgisinin asıl nedenini oluşturacaktı.

Ecevit, İsmet Paşa gibi, elinden tutup siyasette yükselttiği birini, gözlerinin görmediği, fiziksel gücünün tükendiği bir yaşında -ölümünden bir yıl önce- kaldırıp yere vurdu. Şim­di, dımdızlak kalıp çektikleri, koruyucusu İsmet Paşa'ya yaptıklarının sonucu mudur, ne bileyim?

1970'lerde, Ecevit için "Karaoğlan" dendiğinde, basında ben tutturmuştum, "Karaoğlan aşağı, Karaoğlan yukarı!" Bunun en canlı tanığı, CHP eski İçel Milletvekili Çetin Yıl­mazdı. İlk o gelip söylemişti bana. Ecevit, şöyle diyor:

Bana “Karaoğlan"ı basın değil, halk taktı, söyledi!

Dokunulmazlıkların kaldırıldığı sıra, o da Meclis'te ilginç konuşmalarından birini yaptı.

Şevket Süreyya Aydemir, "İkinci Adam"ı yazdığı sıralar­da sık sık İsmet Paşa'nın evine gider konuşurdu. Konuşma­larından birinde Aydemir, İsmet Paşa'ya Ecevit'i sorar:

-Ne düşünüyorsunuz? diye. Paşa, şu karşılığı verir:

Bir kompleksi var ki, onu yenemedi. İnsanlar, iktidar­dayken. çevresine daha çok zarar verir. Onu birçok yere yanımda götürdüm, bir devletin nasıl idare edildiğini öğret­meye çalıştım. Ama. bir türlü bunu öğrenemedi. Çünkü kompleksini yenemedi. O yüzden, iktidara geçtiği zaman zarar verebilir.

Şevket Süreyya, bunları yazmadan öldü. Yazmam için bana vasiyet etmiş: bu vasiyeti yerme getiriyorum...

Meclis'te son gün oylamaları yapılmış, Mezarcı'nın do­kunulmazlığı da kaldırılmıştı. Herkes, Meclis lokantasına akın ediyordu. İftar açacaklardı. Düğün çorba, lahana sar­ma, güllaç yedim. Gazeteci Nihal Alp'a sordum:

Yemekte bira filan içilebiliyor mu?

İsterseniz tepersiniz ama, üyeler dik dik bakarlar!

Yemekten sonra SHP kulisine geçtim; orada DEP’lilerden Leyla Zana, Ahmet Türk, daha birkaçı Meclis Başkanvekili Vefa Tanır'la konuşuyorlar, geceyi Meclis'te geçir­mek istediklerini söylüyorlardı. Bir ara Ahmet Türk'le konuştum.

Ahmet Bey, siz düşmanlarınızdan değil, akılsız dostları­nızdan çekinin!

-Haklısınız, dedi...

Olaylar, Hatip Dicle'nin Güneri Civaoğlu'yla yaptığı ko­nuşma sonucunda alevlenmişti. Ahmet Türk, Hatip Dicle’yi uyarmıştı, “Konuşma Civaoğlu'yla"diye. Hatip:

Güneri Civaoğlu benim arkadaşım, dostum, demişti. Ondan bize bir zarar gelmez!

Güneri, “Tuzla” olayını sormuş, Hatip Dicle, "Onaylamı­yorum" karşılığını vermişti. Güneri, bastırmıştı:

Kınıyor musunuz, kınamıyor musunuz?

Hatip'in verdiği – saçmasapan - yanıttan sonra, dananın kuyruğu kopmuş, "hain”ler, “main”ler gırla gitmişti. Olay gelip dokunulmazlıklara dayanmıştı. Dokunulmazlıkların kalkması bir şey değildi belki, ama demokrasinin “d”si git­mişti.

Koca Meclis'te tek tutarlı davranışı Sosyaldemokrat Halkçı Parti gösterdi. ANAP önderi Mesut Yılmaz, bir oyu­na geldiğinin ayırdına varıp, son gün çark etti. "ANAYOL" özlemcileri birkaç gün avuçlarını ovuşturdular.