Çok Sesli Koro..

Hafta içinde, Fevziye Mektepleri Vakfı Özel Işık Lisesi çocuk korosunun Ankara’da verdiği konseri izledim. İlk orta lise öğrencisi çocuklar şarkılar, türküler söylediler. Öğretmenleri Nazan Akın piyanodaydı. Koroyu Sabahattin Evcil yönetti. Ankara kışında, akşam gelenler az değildi. Biz biraz geç mi kalmıştık ne? Sahnede, Muammer Sun konuşuyordu Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Cezmi Biren ile Bakanlık Koordinasyon Başkanı öğretmen General Osman Feyzoğlu, ön sırada oturuyorlardı. Çocuklar söylüyorlardı okul şarkılarını:
“Bir dünya bırakın biz çocuklara / Islanmış olmasın gözyaşlarıyla...
Oynaya oynaya gelin çocuklar / El ele, el ele verin çocuklar!
Bir dünya bırakın biz çocuklara / Yazalım üstüne sevgili dünya...”
Mathias Claudus'un “...Üç Şey”i ne güzeldi. Şöyle:
“Şu dünyada üç şey vardır giyilir / Biri aba, biri çuha çul da var / Aba sana, çuha sana, çul bana.
Su dünyada üç şey vardır gezilir / Biri dere, biri tepe çöl de var / Dere sana, tepe sana, çöl bana.
Şu dünyada üç şey vardır sevilir / Biri ana, biri baba, yar da var / Ana sana, baba sana, yar bana...”
Bir şarkıdan belleğimde kalan birkaç dize:
“Toprağın altına bir tohum girer / Gün gelir her tohum bir fidan sürer / Kökleri yürürse, her ağaç büyürse / Meyveler olursa dert sona erer...”
Çocuk korosunu dinlerken, şimdiye değin neleri kulakardı ettiğimizi düşündüm. Olaylara karışan gençlerimizin kaçı, bir konseri şöyle gönül rahatlığıyla izleyebilmişlerdi. Belki hiçbiri. Bilmiyorum, kızacaklar olabilir;
— Konserin sırası mı şimdi Ekmekçi? diyecekler çıkar.
Atatürk, 1 Ekim 1934'de verdiği söylevde müziğe nasıl önem verdiğini gösterir. Şöyle der:
“... Bu yıl müzik değişimini de yapacağız. Arkadaşlar güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak, bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekil olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğine ölçü, musikide değişikliği alabilmesidir; kavrayabilmesidir. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri toplamak; onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu güzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir; evrensel musikide yerini alabilir.”
Atatürk’ün sözlerinin son tümcesinde, bir sözcük de var, “güzeyde” sözcüğü. Atatürk bu sözcüğü “sayede” anlamına kullanıyor. “Bu güzeyde”, “bu sayede”. Atatürk bulmuş sözcüğü, diyelim tutucuların deyimiyle uydurmuş. Ama, ne güzel uymuş. Belki tutmadı diye şimdi kullanılmıyor. Bize yazmak düşer, bu güzeyde giderek tutar Mustafa Kemal'in bulduğu, türettiği sözcük “Saye” karşılığı “gölge” diyor sözlükler. O da kullanılmıyor Güzey daha güzel.
1938 şubatında da şöyle der:
“Bir milletin musiki zevki nazar-ı İtibara alınmadıkça onun yükseltilmesine imkan olmadığını Montesquieu’de okumuştum. Bu çok doğrudur. Ve işte bundan dolayı bu sanatın inkişaf ettirilmesine kendimi bağlı sayıyorum.”
Yalnız musiki mi? Güzel sanatların tümünü bir arada düşünür; bir konuşmasında şöyle der:
“Güzel sanatların her şubesi için kamutayın göstereceği alaka ve emek; milletin insani, medeni hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok tesirlidir...”
Muammer Sun’un “Türkiye'nin Kültür Müzik Tiyatro Sorunları” adında bir yapıtı var. Atatürk'ün sözleri orada geçiyor. “Güzeyde” sözcüğünü orada gördüm
Sanatçılar kıskanç olurlar mı, bilmiyorum. Ama, az biraz kendilerine dönük yaşayanları oluyor. Bunlar da onların sanatçılıklarına veriliyor. Ama, sanatçının, toplumun; halkın malı olduğunu düşünüyorum... O ancak bu güzeyde varlığını duyurabilir yaşayabilir. TV'de Ankara Resmi Heykel Müzesi ile ilgili bir program sunulmuş, ben izlemedim. TV “naylon” gazetecilerle doldurulalı beri, gönlümce izleyemiyorum. Orada, kimi ressamın resimleri gösterilmiş, kimilerininki de kulak ardı edilmiş, gösterilmemiş Usta Eşref Üren’in canı sıkılmış:
— Bir Duran Karaca'nın adı bile geçmedi, sergide. Bunu yazacağım! demiş.
Bunu ortalığı karıştırmış olmak için yazmadım. Böyle programları düzenleyenlerin hiç olmazsa, bundan böyle dikkat etmeleri için yazdım. Yoksa usa, başka şeyler gelebiliyor.
Sanatçılar birbirlerinin ellerinden tutarlar mı, yoksa bulsalar gözlerini mi oymak isterler, bilmiyorum. Küçük kıskançlıkların basında, yazarlar arasında da olduğunu yakından bilirim. Yıllar yılı, o kıskançlık duygusunu içimden atmaya çalıştım. Belki, bunu elimden tutanlardan öğrendim, örneğin, İhsan Ada, Ulus Gazetesi’nde ilk notlarımı yayınlamasaydı, gazeteci kalamayacaktım. Bunu nasıl unutabilirim? Bir gün, bu düşüncemi İhsan Ada'ya söyledim. Alçakgönüllü, karşılık verdi:
— Hayır öyle değil. O yazılar, o güne göre ilerici yazılardı. Biz de onları yayınladık... Ulus'un kadrosunda filan değildim. Bir hevesliydim...
İhsan Ada ile Nihat Subaşı’nın olmadığı bir sıra, Ulus’ta Genel Yayın Müdürlüğü'ne birkaç günlüğüne vekalet eden birinden, bir gün mektup almıştım. Özetle şöyle diyordu:
“Vatan gazetesinde muhabir olarak işe başladığınız öğrenildiğinden, bundan böyle yazılarınız Ulus’ta yayınlanmayacaktır. Bilgi edinmenizi rica ederiz!”
Bir daha yazmadım.