Çanak-Çömlek, Tencere-Tava Günleri...

16 ağustosta İstanbul'daydım. Doğruca Cumhuriyet'e gittim. Fiş alıp öğle yemeğini yedim. Sami Karaören'in odasında oturup eşe dosta “Ben buradayım!" dedim. İsa Çelik gelecekti, gelemedi; sonra öğrendim, gelmiş de, Cağaloğlu'nda dolaşıp dönmüş; uçak yarım saat geciktiği için, beni Cumhuriyet'te bulamamış. Onunla görüşmeliyim; “Toros Canavarı "ndan önce, bana "Deniz Kızı Eftalya”yı dinletecek taş plaktan...
Arkadaşım savunman Hilmi Durudoğan’ı aradım; Isa Çelik’e, oradan "Toros Canavarı"na birlikte gideceğiz. Biletler, İsa Çelik'te.
Hilmi Durudoğan geldi, birlikte Isa Çelik’in işliğine gittik; odası Nâzım Hikmet Vakfı'na yakındı. Şeyh Galip Türbesi'nin orada. Hilmi Durudoğan hemen buldu. Isa, işliğindeydi.
Önce hangisini çalalım, "Deniz Kızı"nı mı?
Elbette, çatlasın ikinci cumhuriyetçiler! Eftalya’nın adının yanında “Sadi" eki var; Sadi Bey'le evlenmiş.
Ardından başka plaklar, ilginç olanı, kimi plaklarda ad yok, “.... Hanım" yazılı. Demek, o yıllar-hangi yıllar?-kadınlar plağa okumuşlar, ama adlarının yazılmasını istememişler! Bir de, "... Bey" var. O da adının duyulmasını istememiş. Ama sesi, günümüze değin gelmiş. Az sonra, İsa Çelik’in eşi Aysın Hanım geldi, İsa Çelik rakıları çoktaaan koymuştu kadehlere. Bir yandan, “Kimi çağıralım?"diye konuşuyoruz. Halim Uğurlu geldi usuma; ikinci telefonundan bulduk; o Anadolu yakasında oturuyor; gelemedi. Tiyatro saati yaklaşmıştı; Açıkhava Tiyatrosu'na Levent Kırca'nın oynadığı “Toros Canavarı”na gidiyoruz.
Tiyatronun çevresine araba yaklaştırmıyorlar; taa “kör itin öldüğü yer"i gösteriyorlar, araba parkı için. Neymiş? Süleyman Bey gelmişmiş. Eee, anladık ne olmuş? Fazla ileri gidersem, ne derler adama;
Çok konuşma lan! Yürü karakola...
Mehmet Altan diyor ki yazısının başlığında:
Kemalizmi demokrasiyle kıyaslayın, şeriat ile değil...
Anladım, Mehmet pek kafasını yormuyor; “Baba, hani kızıl bayraklara gidecektik!" diye sızlandığı günlerde kalmış. Şeriata karşı çıkmanın, laik olmanın, demokrasiden çok önce geldiğini bilmeliydi; buncağızı düşünerek bulabilirdi. Türkiye, devrimler yaparak geldi bugüne. Fesi atıp şapka giymek, hangi yiğit ülkenin harcı olabildi? Laf kıtlığında asmalar buduyor Mehmet Altan. 21 ağustos günlü köşesinde şöyle diyor:
"... Türkiye, Kemalist tek parti diktatörlüğünü yücelterek, kendini Suudi Arabistan ile kıyaslayıp övünerek hastalıklarından kurtulabileceğini sanıyor...
Halbuki tedavi, çağdaş hukuk devleti ölçülerinde, demokraside...
Kemalizmi şeriat ile kıyaslamayı bırakın da, gelin Kemalizmin demokrasi karşısında nasıl büyük bir engel teşkil ettiğini görün...
Ve gördüğünüzü dürüstçe yansıtın..."
Böyle diyor. Mustafa Kemal, dünün “kızıl bayrakçı”sı, Mehmet Altan'dan bir zılgıt daha yiyor! Ne yaptı ki Mustafa Kemal? Biz, Akşam'da okurduk; babası Çetin Altan, Mustafa Kemal’in sosyalist olup olmadığını anlatmaya uğraşırdı. Rahat bırak ölüleri Altan kardeşim! Demokrasiden yanaysan, çevrene bak, içinde yaşadığın toplumun nerelere götürülmek istendiğine bak! 1995 yılında İsveç Başbakanı, yumurta almak için herkesle birlikte kuyruğa giriyor. Senin yazılar döktürdüğün gazete, okurları; seninle, senin o güzel yazılarınla değil, çanakçömlek, tencere-tava vererek tavlamaya çalışıyor. Bunu eleştiremezsin, kolay değil. Kör olası, ekmek parası! Vur gitsin Mustafa Kemal'e, O'nun yaptıklarına. Bir gün, senin de değerini anlayan çıkar. Baban da bu yollardan geçti; bizim sevgili Çetin Altanımız! Suudi Arabistan’ın kılıçla uçurduğu Türk kelleleri, Mustafa Kemal’in, devrimlerinin, laikliğin büyüklüğünü anlatmaya yeter de artar bile. Efendim, Suudi'lerin düzeni o deyip geçemezsiniz. O düzeni de değiştirmek, insan olan herkesin baş görevidir. PakistanlInın kellesi kılıçla uçuruldu, kimsede çıt yok. Türkün kafası uçurulmasın da, öyle mi? Bunun insanlıkla ne ilgisi var?
Suudi Arabistan'da “hac rezaletleri "ni yaza yaza bir kaldım; kimse dikkate aldı mı yazdıklarımı? Bir -Milliyet'te o zaman- Necati Doğru, “Zemzem kuyusunun yok olduğunu" aktarmıştı; şimdilerde, o da Sabah'ta döktürüyor! Kıbrıs konusuna şovence yaklaşmak büyük yanlıştır, çözüm getirmez. Denktaş'la hiçbir şey olmaz!
“Toros Canavarı"na, Süleyman Bey gelmiş ya, asıl ilgi ona değildi de, İsmet Paşa’nın “kara kız" dediği Safiye Ayla’ya idi! Oradaysalar, “ikinci cumhuriyetçi”ler yine çatladı!
Oyunun yansında bir yağmur, bir yağmur, iliklerime değin ıslandım. İsa ile Hilmi de öyle: oyunun yansına doğru gelen, İçişleri Bakanlığı'nın gadrine uğramış Komiser Sabri Ünal da ıslandı! Önce Süleyman Bey, Nazmiye Hanım. İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu ile eşi kalkıp gittiler. Sonra da biz kalktık. İsa Çelik, Nâzım Hikmet Vakfı’nın Genel Başkanı. Prof. Aydın Aybay ile Genel Yazmanı Kıymet Coşkun, Tank Akan, kimi yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımız oyunun sonuna dek, ıslanmayı göze alıp oturmuşlar. Başkan Aydın Aybay, Oya Başar ile Levent Kırca'ya çiçek, bir de teşekkür mektubu vermiş. Mektupta, özetle şöyle deniyor:
"Ülkemizin yetiştirdiği büyük sanatçı AZİZ NESİN 'in yapıtından uyarlanarak sahneye koyduğunuz TOROS CANAVARI adlı oyunun ilk geceki gelirinin tümünü Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı'na bağışlamanız dolayısıyla size minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz... Sağolun."
20 ağustos, Nadir Nadi'nin 4. ölüm yıldönümüydü. Berin Nadi'yi aradım, "Nasılsınız" diye sordum. "Üzgünüz" dedi, “İyi ki, Nadir bugünleri görmedi!"