Aybastı'dan güzel izlenimlerle ayrıldık. Aybastı’da kahvedeyken, bir Aybastılı şöyle demişti:
Çam kadı, pelit müftü, bu da Aybastı atasözü.
Bu sözü hiç duymamıştım. Küçük yerlerde yaşayanların, umarsızlıklarını anlatıyor. Derdini kime yansın, kime başvursun? Çam kadı, pelit müftü, Anadolu'da meyvesi olan meşe ağacına "pelit' denir. Güçlü, dayanıklı ağaçlardır. “Tarama Sözlüğü” pelit için, “yerpalamudu” diyor.
CHP eski Konya Senatörü Fakih Özlen anlatmıştı, bir fıkrayı. Bir Nasrettin Hoca fıkrası, ama Fransız eski devlet başkanlarından de Gaulle anlatmış; "de Gaulle’ün Nasrettin Hoca fıkrası" diye anlatılırmış. Fıkra şöyle:
Timur, Nasrettin Hoca'yı bir gün ağlar görür, sorar:
Bak şu halime Hoca; ayağım topal, gözüm kör. Aynaya bakamıyorum...
O sırada Timur tutar, aynayı kırar. Sonra da kahkahalarla gülmeye başlar. Gülmece ustası Hoca Nasrettin ise, hâlâ ağlamaktadır: Timur, dayanamaz:
Hoca efendi: Niye hâlâ ağlıyorsun, diye sorar. Nasrettin karşılık verir:
Haşmetlim, aynayı ben kırmadım ki...
Aybastı'da ağlayan vatandaşın durumu hepimizi etkilemişti. SODEP Genel Sekreteri Prof. Hicri Fişek:
Ağlamak yarar sağlamaz, dayanmak gerek, diye mırıldandı...
Aybastı'dan Ordu'ya giderken, yamaçlarda kurulmuş evleri, o tepelere sırtında bir şeyler taşıyan kız çocuklarını seyrediyoruz. Yamaçlar fındık ağaçlarıyla kaplı. Fındık bu yörelerin belli başlı geçim kaynağı. Buralarda edindiğim bilgiye göre, fındık destekleme fiyatı yeterli değil. 1984'te 400-420 lira olması gereken kabuklu fındığın kilosu, 240 liradan işlem gördü. Üreticinin bir kilo fındığından 160-200 TL. kesilerek devletin kasasına girdi. Hiçbir üründe, bu kerte, yan yarıya bir vergi yok. Üretici, harmandaki fındığının yarısını bu ton işlemiyle devlete vermiş oldu. Bu nedenle de, geçimini fındığa bağlayan bu yöre halkı, parasal yönden güçsüzlüğe itildi. Yaşam koşulları nedeniyle fındığını elinde tutamayan, pazara getirmek zorunda kalan üretici fındığını ucuz fiyatla sattı. Burada belirtildiğine göre, her şeyden önce, bir kilo kabuklu fındıkta alınan 50 cent, bir kilo iç fındıkta alınan bir dolarlık ton kaldırılmalı. Böylece, üretici fındığın gerçek değerini elde edebilir, deniyor. Yoksa, üretici bugünkü ürününün yan değeriyle yetinme zorunda.
Bir de, ''Fiskobirlik ödemeyi peşin yapsın” diyorlar. Devlet adına alım yapan Fiskobirlik, son yıllarda ödemelerini taksitle yaptığı için serbest piyasadaki fiyatlar, mevsim başında sürekli destekleme fiyatlarının altında oluşuyor, örneğin 1984 mevsiminde verilen 240 TL.lik destekleme fiyatı, Fiskobirlik'çe taksit taksit ödenince, fındık alıcıları, parasız üreticiden fındığı 200-220 lira arasında bir fiyatla toplayabiliyor. Bunları depoya koyuyor. 1985 yılbaşından sonra, fındık piyasası Avrupa'da canlanıp, yüz kilo iç fındığın tutarı 270 dolara çıkarken, doların değerinin de artması sonucu bir kilo kabuklu fındık, Türk parasıyla 425 liradan İşlem gördü. Burada, üreticinin eline ise, en iyi satışlarda 240 lira geçti. Böylece fındıktan kazananlar, fon yoluyla devlet, fiyat artışlarıyla tüccar oldu.
1984 "toplam ürünü” yani, “rekoltesi”, 300 bin ton kabuklu fındık olarak gerçekleşmek üzere. Fındığa yaşamını bağlamış insanların elinden devlet kilo başına en azından 200 TL. fon keserken, fındık bölgesi üreticilerinin 60 milyar lirası devletin kasasına aktarılmakta. Bu fondan ne kadarı, geri bıraktırılmış bu bölgeye yatırım olarak gelecek? Ordu yöresinde anlatıldığına göre, “fon" alınmamış olsaydı, bugün Karadeniz bölgesinde fındık üreticisinin eline bir kilo kabuklu fındıktan 400 TL. geçecek, bu parayla da zorunlu gereksinimlerini karşılayacaktı. Bölge yaşantısında da, bir canlılık olacaktı. Bölgede esnafın alışveriş canlılığı da, fındığın değerlendirilmesine bağlı.
Karadeniz'de eskiler:
Bir kilo fındıkla beş kilo mısır alınırsa, fındık değerini bulmuş sayılır... derlermiş. Bugün mısırın kilosu 100 TL, bir kilo fındık, üreticinin elinden çıkarken 240 TL. Bir kilo fındıkla iki buçuk kilo mısır alınabiliyor. Yani, yarı yarıya.
Ordu'ya giderken, yol üstünde, bir evin önünde durduk. Mısır ekmeği verdi bir genç kadın. Elimizi yıkamamız için ibrikle sıcak su getirdi. Sordum, altı çocuğu vardı. Minicik minicik kız çocukları. Gözleri maviş maviş...
O mavi gözlü minik kız çocukları, gözlerimin önünden gitmedi hiç.
Evler, havada gibi. Tahta destekler üzerine kondurulmuş. Bununla akrepten, yılandan, fareden korunmuş oluyorlar. Alttan da rüzgar esiyor, havadar oluyormuş.
Ordu'da, "turistik otel"de kaldık. O gece. Karadeniz gezisiyle ilgili ilk "Ankara Notları”nı yazmak istiyordum. Çatıyı çatmak için, sabaha dek uyuyamadım desem yeri. Yazıların bir çeşit "Karadeniz kokteyli" olmasını düşünüyorum. Ordu’da otelde akşam yemeğinde yan yana oturduğum çok kişi, Ferda Gülay'ı sordu. Onun, gözünden ameliyat olduğunu bilmiyorlardı. "Geçmiş olsun" dediler, selam yolladılar...
Ordu SODEP İl Başkanı Osman Memecan, Belediye Başkanı SODEP'li Kazım Türkmen’le kalabalık bir Ordu "topluluğu" yemekteydiler. Ordu'dan Bulancak'a, oradan Giresun'a gidiyoruz. İzlencemiz böyle. Kimi, yazı yazmak için kaldığımdan kafileyi arkadan izlediğim oluyor. Bir yerde yetişiyorum. İlçe çapındaki örgütlerde, yapılan tartışmaları dinledim. Bir ara, içimden "Ben bu iç toplantılarını görmesem" diye geçirmedim değil. Bunu çıtlattığım da oldu. Prof. Hicri Fişek:
Bizim basından gizleyecek hiçbir şeyimiz yok. Her şeyi açık açık konuşuyoruz. Lütfen siz de ayrılmayın. Arkadaşlarımız sizlerin okurlarınız, onlar da sizi tanımak isterler... deyince sevindim doğrusu.
Hicri Fişek, rahat bir adam. Alçakgönüllü de. Tabandakiler, açık açık-eleştiriyorlar. Örneğin sorularına, sorunlarına yanıt istiyorlar.
Örgüt binalarının kirası, o yörece karşılanıyor. Parasızlıktan yakınıyorlar. Biri:
Çoğumuzun cebinde çay parası yok, dedi. Demokrasiyi yerleştirme savaşımı böyle yapılıyor...
18 Mart 1985, Cumhuriyet