Aydın Aybay’dan bir mektup aldım, şöyle diyor:
Sayın Ekmekçi,
Anlatacağım 'tipleri 1948-1950 yıllarında İstanbul ya da Ankara 'da üniversite öğrenimine başlayanlar çok iyi anımsarlar. O tarihlerde üniversiteler zaten bu iki kentte toplanmıştı: İstanbul Üniversitesi, ITÜ ve Ankara Üniversitesi. Benim sözünü ettiğim tipler İstanbul Hukuk takı örneklerdir. Ama, bunlara o tarihlerde öteki üniversitelerde de bol bol rastlandığından eminim.
O yıllarda Hukuk 'a yeni gelen öğrenciler, Fakültenin bin kişilik birinci sınıf amfisini tıka basa doldururlardı. Ama baştan itibaren hemen bir ayrışma olurdu. Bu ayrışmada 'il ‘yada ‘bölge’ anlamında 'memleket'; mezun olunan 'lise', büyük kentlerden (örneğin İstanbul, Ankara, İzmir'den) gelenler arasında da 'semt' ortaklığı rol oynardı. İstanbul'dan ve yakın kentlerden gelenlerin oluşturduğu gruplar kendilerini ayrıcalıklı sayarlar, ötekilerin çoğuna biraz tepeden bakarlardı. Bunlar içinde özellikle yabancı dille öğretim yapan lise ve kolejliler ayrı bir kesim oluştururdu. Bu kesimin mensupları, daha en başta, üniversitede zorunlu olan yabancı dil öğrenim ve sınavından 'bağışık' tutulmak gibi bir ayrıcalığa sahipti. Kısaca söylenirse, başlangıçta bir çeşit 'kast'laşmaya benzer bir görünüm olurdu. Bu gruplaşmada en 'aşağı kast', giyim kuşamlarıyla, k'ları 'g' ile seslendiren konuşmaları ile, kara bıyıklarıyla (yukarı kastlarda bıyık bırakmak adeti yoktu), hantal ve kaba davranışlarıyla kendilerini belli eden 'kasabalı' erkeklerdi. Bunların çoğu ilk bakışta giysilerinden tanınırdı. (O tarihlerde bütün öğrenciler ceket giyer, kravat takardı). Kasabalılar ya da o zamanki yerleşik deyimle 'çemişler' ise, çoklukla birbirleriyle uyumsuz renklerden oluşan giysiler kuşanırlar, cicili bicili kravatlar takarlar, gülünç derecede süslü pabuçlar giyerlerdi.
İlk yılın sonuna doğru bu ayrışma yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlardı. İkinci yılın ortalarında çemişlerin çoğu, artık ‘yüksek kastların’ yaşam biçimlerinden etkilenerek onlarla kaynaşmış, benzeşmiş olurdu. Kızlı-erkekli gruplaşmaya katılmaya, söyleşmeye: 'k'ları doğru söylemeye, yeşil ceket altına lacivert pantolon giymemeye, Beyoğlu’na arka sokak ziyaretlerine gitmek için değil, sinema, tiyatro, sergi izlemek için çıkmaya, pişpirik yerine briç oynamaya başlarlardı. Ne var ki, bunlardan küçük bir bölümü bu uyumu bir türlü sağlayamaz, uygarca davranışlara kendilerini alıştıramaz ve bu yüzden de bütün gruplardan dışlanmış bir konumda kalırlardı. Bu konumda bulunmanın onların ruhsal durumlarını olumsuz yönde etkilediği belli olurdu. Bu olumsuz etkilenme nedeni ile çevreleriyle sevgi, saygı ve hoşgörüye dayanan dostluk kurma şans ve olanaklarını zamanla büsbütün yitirirlerdi. Böylece gitgide artan bir yoğunlukla, etraflarında gülen şakalaşan, eğlenen yaşıtlarım daha çok kıskanmaya ve onlara karşı gizliden gizliye kin ve nefret beslemeye başladıkları hissedilirdi.
Kıskançlıktan doğan bu kin ve nefret birikiminin, günün birinde ellerine fırsat geçince insanlardan bu bunalımlı yalnızlığın öcünü çıkarma tutkusuna dönüşebileceği kolayca tahmin edilebilir. Şimdi, aradan kırk yıl geçtikten sonra, o sözünü ettiğim yıllarda İstanbul Hukuk Fakültesi’nin amfilerini dolduran genç öğrenciler, 60’lı yaşlarını sürdürüyorlar ve yıllar önce başladıkları bir geleneği devam ettirerek, yılda en az bir kez bir araya gelip, birkaç gün birlikte olmanın, gülüp şakalaşmanın ve anıları tazelemenin tadını çıkarıyorlar. Aralarında Yargıtay Başkanlığı da dahil, mesleğin tepe noktasına çıkmış yargıçlar, ünlü avukatlar, büyükelçiler, üniversite profesörleri, parlamentoda başkanlık yapmış politikacılar, milletvekilleri vb. var. Herkes birbiriyle dost, yakın, hoşgörülü ve güleç, neşeyle dolu birkaç günü birlikte geçirmenin mutluluğunu çıkarıyorlar.
Sayın Ekmekçi,
'Bütün bunlardan bana ne?' diyeceksin. Nedenini söyleyeyim: Başta da değindiğim gibi, sözünü ettiğim yıllarda fakülteye başlayanların sayısı en az bir-iki bin kişi olduğu için, her yıl yaptığımız geleneksel toplantılara kimlerin gelmediği kesin olarak bilinemiyor. Ama, geçen gün o sınıflardan hemen herkesin tanıdığı ve hemen herkesi de ‘sınıf muhtarı’ gibi tanıyan Av. Kemal Anıl, bu toplantılara gelmeyenleri sayarken bir ünlünün adını da söyledi: Meğer, Ankara'nın ünlü DGM Savcısı Nusret Demiral da bizim o sınıflardanmış ve bildiğine göre, şimdiye kadar hiçbir toplantımıza katılmamış. Bilenlerin anımsadığına göre kendisi öğrenciliğinde de sınıfta tek başına kıyıda-köşede otururmuş ve çevresiyle dostluk kurmaya, görüşüp konuşmaya yatkın bir tip değilmiş.
Bu mektubu, işte bunu anlatmak için yazdım. İlginç değil mi? Selam ve saygılar...
Aydın Aybay'ın mektubunu okurken, kendi kendime güldüm. O yıllar. 1949-90 yıllarında, ben de o bin kişilik Hukuk Fakültesi'nin amfisini dolduranlardandım. 1.5-2 yıl okudum orada. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’ndan "Medeni Hukuk", Hüseyin Nail Kubalı‘dan "Anayasa", Schwarz'tan "Roma Hukuku "nu izledim. Feridun Ergin "Ekonomi" hocasıydı, 1950'de DP'den milletvekili seçilip ayrıldı. Konyalı olduğumu öğrenen Atilla İlhan, bana da "gerici" demeye getirirdi. Harita üzerindeki yeşil ışıkları göstererek. "Bak. sizinkiler!" derdi. Şimdi. Atilla'nın özellikle dilde daha gerilere düştüğünü görüp şaşırıyorum! "Çemiş", "Çemişgezek'ten geliyor. "Çemiş'ler, keşke yine "k'leri "g" deselerdi de, kafaları değişseydi. Yazık ki değişmeyen o.
Nusret Demiral, masaya konacak biçimde bir Atatürk fotoğrafı hazırlatmış. Fotoğrafın altında, Atatürk'ün "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözü, imzası; resmin solunda da mühür biçiminde "T.C. Devlet Güvenlik Mahkemesi" yazı», ortada bir Türkiye haritası, çevresinde adaletin simgesi olan terazi. En altta bir yazı: "DGM Başsavcısı Nusret Demiral'ın armağanıdır."
Anlamayacak ne mi var? "Devlet benim!" mi demek istiyor?
- Buyur, burdan yak!
DEP'lilerin duruşması sırasında, Nusret Demiral, Adalet Sarayı'ndan kuş uçurmadı. Park yerleri olduğu halde. Ağır Ceza Mahkemesi başkanları ile üyelerinden arabaları ile gelenler, o gün içeri giremediler. Polis şefleri çağrıldı, onlar da bir şey yapamadılar
Nusret Bey'in buyruğu böyle! dediler...