Önce, okuma kitaplarına geçmiş bir fıkra: Karı koca, çocuk, büyükbabadan oluşan bir aile. Dede çok yaşlı olduğu için, sofrada kaşığı ağzına götürürken, üstüne başına dökmekte, önüne konan porselen tabaklar ise, sık sık kırılmakta. Karı koca, bu zarar ziyanı önlemek için, dedenin önünden kırılacak tabakları kaldırırlar; yerine tahta çanaklar koyarlar. Dede, bundan üzgündür, ama bir şey söylemez; tahta çanaklarda yemek yemeyi sürdürür. Bu böyle sürer gider.
Bir gün, ana baba, çocuğu elinde bir keserle, bir odun parçasını yontar görürler. Çocuklarının böyle bir uğraşa giriştiğine bir yandan sevinirler, ama merak da ederler:
Ne yapıyorsun çocuğum böyle? derler. Tahtayı oymaya çalışıyorsun? Çocuk karşılık verir
Tahta çanak yapıyorum! Yaşlandığınız zaman, size bunda yemek vereceğim!
na baba, birbirlerine bakarlar; o günden sonra, dedenin önündeki tahta çanaklar kaldırılır, yeniden porselen tabaklar konur...
Pazar günü Doğan Avcıoğlu’nun ölüm yıldönümüydü. Rastgele, usuna esip gelen birkaç arkadaş, Büyükada'da bir araya geldik. Doğan’ın ölümünden sonra, Can Yücel "Avcıoğlu'na” başlıklı şu şiiri yazmıştı:
"Doğanla bir tarihte / Bu, şimdi yaşadığım mor sahillerde / Üçer beşer yaşındaki oğullarını gördüydüm / Dudaklarında birer kibrit çöpü / Ve elleri arkalarında / Yürüyorlardı kumları tekmeleyerek / Babalarının arkasından... / Babaları da arkasında olup bitenden habersiz / Dudaklarının ucunda cigara, sarkmış öyle külü / Elleri arkasında yürüyordu kumsal boyunca / Düşünceli düşünceli / Memleketi nasıl kurtarayım diye / ölmek için...”
Ankara'da Yalçın Küçük'le konuşmuştum. Doğan gibi kişilerin ölüm yıldönümlerinde, bir araya gelip, yemek yiyip konuşma geleneğini başlatmak istediğini söylüyordu. Bunu, pazar günkü Cumhuriyette de yazdı. Sonunda şöyle dedi yazısının:
“...Bugün sevgili Doğan'a, en verimli çalışmalarını yaptığı, en büyük kavgalarını verdiği, en büyük aşklarını yaşadığı, en büyük yenilgisini tattığı Ankara'dan kırmızı prekante çiçekleri getiriyorum. Bugün Doğan'la birlikte Büyükada'nın bir tepesinden, Marmara'nın doyum olmaz güzelliklerini seyredeceğiz. Doğan'la birlikte rakı içeceğiz, ülke sorunlarını konuşacağız.
Devrimci Doğan ile yaşayacağız.
Birlikte.''
Güzel bir yazıydı. Uğur Mumcu'nun, pazar günü Cumhuriyet’te çıkan "Yön’ün Yönü...” başlıklı yazısı da. Ellerine sağlık! Yalçın Küçük'ün "Kıbrıs Gazisi” olduğunu bilmiyordum. 1974'lerde "Yitikler” listesinde adının çıktığını anımsadım. Şimdi, cebinde “Gazi” kartı var...
Bostancı’da, Başaran’da konuktum. Başaran, Bostancı iskelesinden vapura bindirdi. Saat oldukça erkendi, sabah. On filan. Vapurda Cumhuriyet okuyan bir bayanın yakınına oturdum, çay içip, onun gazete okuyuşunu seyrettim. En son, Gülgeç'in "İnsanlar”ına baktı, katladı çantasına koydu.
Büyükada'ya çıkarken SODEP İstanbul eski İl Başkanı Algan Hacaloğlu'nu gördüm. SODEP'in Adalar İlçe Kongresi varmış, ona gidiyormuş. Kongreye de bir uğrarım, diye düşündüm. Kongre “Divan Gazinosu''nda yapılıyordu. Doğan için geleceklerle ise, karşısındaki “Orman Restaurant'ta buluşacaktık. Ada'da şöyle bir tur attım, yürüdüm. SODEP ilçe kongresi başlamıştı. Ankara’dan Birgen Keleş gelmişti. Korel Göymen'den sonra, o konuştu. Arkada, Anadolu Ajansı'ndan Sernur Ataol’la oturup, kongreyi izledim. Delegeler arasında, İdris Küçükömer de vardı. İlçe Başkanı Sabahattin Erdem, burada esnaftan Haşim Gül'le konuştum. Ada'larda politika yapmak çok güç işmiş. Bir kez, yazın buraya, kimi politikacılar, etkin kişiler doluyormuş. Parababaları buradaymış. Kışın da çekip gidiyorlar, ada, buraya hizmet verenlere kalıyormuş. Yüzde doksan Erzincanlılar, kalanı da Sivaslılarla, Malatyalılardan oluşuyormuş. Halkçı Partililer de konuk olarak kongreyi izlediler. Aralarında Ünal Temelli de vardı. Ünal Temelli, İsmet Paşa'nın akrabası. İsmet Paşa'nın oğlu da SODEP Genel Başkanı! Kongrede, Korel Göymen, birleşmeden söz ederken, Halkçı Partililere selam gönderiyordu, bir de Demokratik Sol Partililere. Şöyle diyordu:
Türkiye'de çoğulcu demokrasiye inananlardan, kendilerine “sosyal demokratım,” diyen herkesin bir çatı aldında toplanması gerekir...
Öğle saatine doğru oradan ayrıldım, “Orman Restaurant’a, Vecdi Sayar, eşi Meltem Sayar'la, çocukları Barış gelmişlerdi. Çok geçmedi, mezara çiçek koymaya giden Yalçın Küçük, Bilgesu Erenus, Müştak Erenus, Ozay Erkılıç geldiler. Az sonra, Nejat İzer geldi. Küçük bir masa oluştu...
O gün çok yerde, evlerde Doğan düşünüldü, anıldı.
Ölümünden sonra da yazmıştım, son zamanlarında Doğan Avcıoğlu, Ada'da habire koşuyor, spor yapıyormuş. Sormuş bir arkadaşı:
Neden bu denli koşuyor, kendine bakıyorsun?
Türkiye’nin, demiş Doğan, önümüzdeki on yılı çok önemli. Onu görmeden ölmek istemiyorum!
Türkiye'nin yaklaşan on yılını göremedi Doğan. Yön'ün çıkışından sonuna dek, sonra "Devrim Gazetesi” dönemlerinde, hep yakın olduk. O yıllar Milliyet'teydim, Ercüment Karacan, gazete dışında, dergilere, özellikle Yön’e yazmamızı istemezdi. Yön’e takma adla "Hasırşapkalı” imzasıyla yazdığım oldu. Sabahlara dek, Hoş Memo’daki bir "Aygırmotor" gibi çalışırdı. Aynı apartmandaydık. Sabah yanına çıktığımda, sakalları uzamış, büyük rakıyı bitirmiş bulurdum. Derginin son yazıları da bitmiş olurdu.
Sonra, İstanbul'a taşındı. Hastalığı sırasında sık sık telefonla konuşurduk.
Pazar olduğu için, 16.00 vapuruna yetişmemiz gerekiyordu. Büyükada'da, deniz kıyısında oturup çay içtik. Müştak Erenus şiirler okudu. Çevremiz kedi yavrularıyla doluydu. Küçük Barış, kedi yavrularını çok seviyordu. Meltem, bir tekir yavruyu kucağında evlerine götürdü Barış için...
7 Kasım 1984, Cumhuriyet