Buldum, Buldum!...

Caminin adını vermeyeceğim; Ankara’da bir cami avlusunda geçmiş olayı anlattılar. Bir sakallı adam, elindeki Cumhuriyetten kesilmiş "Ankara Notları", önüne gelene okuyormuş, şöyle diyormuş:
Şu Mustafa Ekmekçi'yi bir tanısam, ona helalinden bir baklava ısmarlayacağım!
Baklava sevmem ya, sakallı adamın beğenisi hoşuma gitti. Bir başkası, 7 mayıs günlü "Ankara Notları"nı kesip cebinde saklarmış. O da çıkarıp okurmuş tanıdıklarına...
Bak, bu Cumhuriyet gazetesini okuyun! dermiş.
Bunları şişinmek için aktarmıyorum. Adı bende saklı bir bayan emekli felsefe öğretmeni de 7 mayıs 1984 günlü mektubunda şunları yazıyor:
"Bay Mustafa Ekmekçi,
7 mayıs 1984 günkü yazınızı okudum ve size bu mektubu yazmaya karar verdim. Benim de yaşadığım bazı olaylar var; size iletmek istiyorum. Ben panteistim (kamutanrıcı). Mevlana hayranıyım. Ama, dinimizin şekil kısmını tamamen yerine getiremiyorum. Geçen yıl pantolon giyip, Ramazanda bir cuma günü vaaza gittim. İçerisi çok doluydu. Arkam duvara gelecek şekilde en arkaya oturdum. Ön sıralardan —nasıl da gördü bilemem— bir hanım hemen yanıma geldi:
Hanımefendi pantolonla namaz kılamazsınız, burada oturamazsınız! dedi. İsterseniz size —belden lastikli, uzun basma etekliğimi vereyim...
Nedenini sordum: Pantolon çok günahmış. Eğilince arkamdakini tahrik edermiş. Peygamber efendimiz pantolonla namaz kılan, camiye gelen kadınlara şefaat etmezmiş. Şaştım kaldım. O zamanlar pantolon var mıydı?...
Bir gün Hacıbayram'a gitmiştim, birisi bana:
Senin burada ne işin var? dedi. “Neden?” deyince, “Sen sarı saçlısın, sarı saçlılar namuslu olmazlar!" diye ekledi. Saçın rengiyle ahlaklılığın ilgisini acaba bu zavallı hangi vaazda dinlemişti?
Bir gün bir kadın parmağımdaki ojelere aklını takmıştı da ben:
Ojelerimi önce sildim aptest aldım, tekrar sürdüm, diye kendimi savunmuştum.
Üniversiteli Kadınlar Derneği’nde üye ve Yönetim Kurulu'ndaydım. Diyanet İşleri'nin çıkardığı bir takvimde "üniversite öğrenimi yapan kadınların ahlaksız olduğu..." gibisinden bir yazı görmüştüm. Başkan Türkân Aytuna gitti, görüştü "Yanlışlıkla girmiş" diye yanıt almıştı. Ama, bu yanlışlık, takvim yaprağı ile en uzak köşelere, en uzak evlere kadar girmişti bile ve maksatlıydı da. Laik bir devlette, ölümlü dünyada, topluma zarar vermedikçe, insanların inançlarına karışmaya da hakkımız yok. Metafizik konulara eğilim insanların mayasında vardır. İnançlar onu üstün bir varlığa bağlıyorsa, ruhu canlı, ümitli tutuyorsa faydalıdır bile."
Emekli felsefe öğretmeni bayan mektubunu, emekli gezici vaiz Halil Aslangül’ün “Din, Bilim ve İnsan'' adlı kitabını överek bağlıyor. Kitabı, "Hayranlıkla, sevgiyle okudum" diyor. "Eh, keşke bütün gezici vaizlerimiz bu kültürde, bu düzeyde olsa!" diye ekliyor...
Günlerdir, Diyanet’te olup bitenleri sergilemeye çalışıyorum. Tayyar Altıkulaç'tan ses çıkmadığı gibi raporlarda adı geçen Tercüman yazarı Ergun Göze'den de çıt yok...
Daha önce de değinmiştim, elime geçen bir belgede. Ergun Göze'ye hazırlatılmak istenen "Büyük İslam Ansiklopedisi" için, Ergun Göze de bir fizibilite raporu düzenler. Şöyle deniyor bu raporda:
"... Ergun Göze tarafından hazırlanan ek-3 olarak sunulan fizibilite raporuna göre, 10.000X10 cilt takımının maliyeti 128.014.000 TL olarak hesaplanmıştır. Bu miktar 50.000X10 cilt takım için 386.190.000.— Tl, 100.000X10 cilt takım için 708.910.000.— TL.’na ulaşacaktır." Ergun Göze sen çok yaşa emi?
Ergun Göze, telif ücreti olarak eser bittiğinde 10 cilt olursa, her ciltten 10.000 adet basılırsa, bir cildin değeri 5.000 TL. olduğu varsayımına göre yüzde 5X10X10.000 = 25 milyon TL. alacaktır. Ancak, Ergun Göze, ciltler henüz yayımlanmadığı için, telif ücreti almaz. Ancak, altı yıl süreyle ayda 60.000 TL. alacağı hesaplanır, 4 milyon 320.000 TL. tutan bu miktar, Ergun Göze'nin "redaksiyon" ücretidir efendim!
Böyle kocaman hesapların sonunda, ansiklopedinin tek fasikülü yayımlanır, o da yanlışlıklar olduğu gerekçesiyle, ortaya çıkarılmaz...
Din sömürüsü yalnız, politik olarak değil, böyle yeteneksiz kişilere ansiklopediler hazırlatılmak istenerek de yapılır. Bunun hesabı sorulmalıydı. Dava mahkemede düştüğü için sorulamadı. Başka konulara da el atılmadı. Neden?
Gazetecilik araştırmaktır. Araştırıp duruyorum, ipuçları da buldum. Kendi kendime "Buldum, buldum..."diye söylendim... Şimdi sormak istiyorum, dava sürerken, Diyanet Vakfı’nın o zamanki Mütevelli Heyeti Başkanı Tayyar Altıkulaç, Başbakan Bülend Ulusu'ya gitti mi? Ulusu'ya istifasını vermek istediğini bildirerek:
Efendim, ben sarığımla cüppemle, mahkeme huzuruna çıkamam. Ya istifamı kabul edin, ya da bu davayı geri alın! dedi mi?
Ulusu, müsteşarı emekli Amiral Erdoğan Yazıcı’yla ne konuştu? Erdoğan Yazıcı Vakıflar Genel Müdürü Galip Yiğitgüden’e ne dedi? Avukat Gülseren Tüzün’e verdiği yazılı emirde ne dedi?
Bilinen şu ki, Altıkulaç ile arkadaşları, dava düştüğü için yargıç önünde yargılanmadılar. Oysa, cüppe de, sarık da mahkemeye çıkmaya ne engel, ne gerekçe olabilirdi. Bu ülkede, Cumhurbaşkanı, Başbakanlar, Bakanlar yargıç önüne çıkmışlar, yargılanmışlardır. Sarıkla, cüppe dokunulmazlık zırhı değildir. Laik bir ülkede olmamalıdır da…