Bodrum’un Öteki Yüzünde...

Ressam Cemil Eren:
— Sabah kimseye söz vermeyin, sizi Torba’ya götüreyim, orada denize girersiniz! dedi.
Cemil Eren'in kaldığı kiralık ev, Marmaris sapağında, “Torba” köyünde. Ev Robenson’un evi gibi, tek. Uzakta bir balıkçı kahvesi görünüyor. Cemil Eren, sabah erkenden, balık almış balıkçılardan, balığı közde pişireceğiz. Cemil Eren’in evinin kirası bin lira. Elektrik yok, lâmba yakıyor. Doğayla başbaşa kalmak için birebir. Cemil balıkları temizlerken, denize girdik. Salatayı ben yaptım. Cemil Eren, balıkçı kahvelerinden buz bulup getirdi. Rakıları bardaklara koyduk! “Peygamber Balığı”nı yiyemedik, kaldı...
Eren, Ürdün’de açtığı serginin fotoğraflarını gösterdi. Cemil Eren’i yıllardır tanırım, onu sanatçının alçak gönüllülüğüne örnek gösterebilirsiniz. Belki de bana öyle geliyor-
Cemil Eren’le Bodrum’un bir başka yanını, öteki yüzünü Bodrum'lunun yaşadığı yerleri göreceğiz. Yol üstündeki köyleri, kıyıları...
Torba’dan Gölköy’e, oradan Faralya’ya gidiyoruz. Faralya’nın yeni adı Gündoğan. Doğu Ergil’in evi Gölköy'de, Selahattin Hilav'ın Türkbükü’ndeymiş. Faralya Köyü, kıyıdan uzaktâ, Faralya iskelesinde bir grup yeni yapı çalışmaları var. “Tercüman”ın çalışanları için kurduğu dinlenme evleri karşıda görünüyor. Bura köylülerinin geçim kaynağı; mandalina, keçiboynuzu, zeytin, incir. Keçiboynuzu’na “harup” diyorlar. Güneyde ise, “harnut” derler, yörükler...
Narlar yemyeşil dallarda, incirler olgunlaştığı zaman, köylüler, satacaklarını ayırırlar, yiyeceklerini de. Yiyeceklerine “kumanya” derler, incirlerin içine badem koyup, fırına sürerler!
Keçiboynuzu ağacını ilk kez mi gördüm ne? Güzel gölgeliği olurmuş.
Bodrum’da, gezip tozan turistlerin çoğunun bilmediği köyleri dolaşıyoruz. Yalıkavağı köyünden sonra yel değirmenleri görünüyor tepede. Yanında sarnıçlar. Yel değirmenlerine çıkıp, tepeden baktık. Sarnıçların içinde bağırdık, sesimizin yankısını dinledik:
— Heeeeeyyyy!
— Heeeeeyyyy!
Sarnıçların önünde, hayvanların sulanması için küçük yalaklar var.
Zeytin dağlarının ortasında, tek tük evler, “dam”lar var. Buralar, oturmak için değil. Zeytin toplandığı aylarda, toplayıcıların barınması için yapılmış. Dağ başlarındaki bu evleri gören turistler:
— Ayyy ne güzel, işte burada oturmalı- diye düşünebilirler...
Cemil Eren’le, Cahit Kayra, sık sık bu yollarda dolaşırlar, köyleri gezerlermiş. Doğanın güzelliğine doyum olmuyor. Çok sapa düştüğü için Sandıma Köyüne geçemedik. Bu köylerde kavga dövüş olmazmış. Bir Kızılağaçlılar kavgacıymışlar, orada olaylar olurmuş tek tük. Kapılar kilitsizmiş köylerde. Köylü bir yere gideceği zaman, evin kapısındaki halkayı iple bağlarmış. Bu, “Evde yokuz!” demekmiş...
Bodrum’daysa kapılar kilitleniyormuş. Ama yerlisi hiçbir zaman hırsızlık olaylarına karışmazmış. Bodrum'a gelen bazı yabancılar yaparlarmış hırsızlığı! Turizmin yararı yanında, zararı da var demek!
Cemil Eren:
— Yalıkavağı’ndan sonra bir Dağbelen köyü var, sanırım oraya hiçbir turist gitmemiştir! dedi.
Eren, Sandıma Köyü’ndeki Esat'ın öyküsünü anlattı. Esat’ın çocuk yaşında elinden bir kaza çıkmış. Yıllarca hapiste yatmış .Çıkmış. Çok çalışkan bir adammış, öyle de beceriliymiş ki, elinden gelmeyen bir iş yokmuş.
Bazı köylere yavaş yavaş, yabancıların yerleşmekte olduklarını görüyorduk. Almanlar, evler konduruyorlardı.
Bodrum’a turizm gelince, köylülerin çoğu arsa sattılar, ellerine para geçti. Bazıları bunu değerlendirip, iş tuttular. Bazılarıysa paraları yedi bitirdi!
Bir köylü çocuğu vardı, adı Refik. Köylüler ona “Trafik” derlerdi. Trafik aşağı, trafik yukarı! Refik büyüdü, evlenme çağına geldi. Bir köylü kızını sevdi. Kızın babası vermedi kızı Refik’e. Askere gitti, döndü Refik. Bir gün Cemil Eren sordu Refik’e:
— Refik, ne oldu? Hâlâ evlenmedin mi?
— Kız başkasına kaçtı abi! dedi Refik.
Başka bir köyden bir kız buldu Refik, onunla evlenecekti.
Turistleri Bodrumlular nasıl karşılıyorlardı? Bu, yaş düzeyine göre değişiyordu. Gençler, hoşnuttular. Hemen hemen kadınsız toplumda büyümüş. Bodrumlu gençler, bir kız arkadaş ediniyor, sevişiyor. Birkaç ay hoşça geçiriyorlardı günlerini. Sonra, ayrılık günü gelip çatıyordu. Alışıyorlardı giderek böyle bir yaşama. Bunu, Akdeniz ülkelerinde, İtalya’da gözlemiş, tren istasyonlarında İtalyan delikanlılarının turist sevgililerinden ayrılışlarını seyretmiştim! Kız gittikten sonra, delikanlılar, elleri boş, yeni sevgililer arıyorlardı!
Bodrumlu yaşlı ana-babalar, çocuklarının bu durumuna üzülüyorlardı. Çocuklarını yoldan çıkardığı için turistlere içten içten kızıyorlardı da! Kız çocuklarını korumaya çalışıyorlardı. Bodrumlu kızlar, turistler gibi soyunup dökünmüyorlardı. Ama, dışarıdan gelenlerin bir ekmek kapısı olduğunu da unutmuyorlardı!
Bir arkadaşım, bir Karadeniz fıkrası anlattı, şöyle:
Dursun’la Emine sevişiyorlar, ancak bir türlü bir yer ayarlayıp buluşamıyorlar. Dursun, Emine’ye diyor ki:
— Ben, silahımı ateşlediğim zaman, filan sapakta buluşalım!
Dursun, paaat! diye silahını ateşliyor. Çaaat, Emine sapakta. Buluşuyorlar, iyi. Silah sesini duyunca Emine gelmekte...
Bir gün, iki gün bu böyle gidiyor. Bir gün bakıyorlar ki, Dursun üzgün.
— Ne oldu Dursun? Niye üzgünsün? diye soruyorlar… Dursun karşılık veriyor:
— Emine elden gitti!
Niye?
— Av mevsimi geldi!