Bir Uçak Yolculuğu...

İstanbul’da, adı “Atatürk" olarak değiştirilen “Yeşilköy" Havaalanının yolcu salonunda tur atıp duruyorum. Sabah saat 07.30, bir akşam önce de buralardaydım. Esenboğa Havaalanı sisli diye, uçaklar kalkmıyordu. Daha doğrusu bir günde bir tek uçak Esenboğa'ya inmişti İstanbul’dan, o da kıtı kıtına, yani limitte. Bunu oradakiler söylüyordu. Biletimi gişeye götürürken, Uğur Alacakaptan'la burun buruna geldim:
Belki gidersin Ankara'ya! dedi. Akşama da kalkmaz bu. Belki en azından öğleye kalkar. Benim duruşmam var. 9.30'da bari ona yetişeyim. Ben biletimi iptal ettirdim, yerimi sen al istersen...
Uğur Alacakaptan'dan aldığım "moral”le, gişeye yanaştım. Geceden geçersiz olan biletimi, yeniden açtırmak istiyorum. Gişedeki bayan da olumsuz konuştu. Esenboğa'da sisin ne zaman kalkacağı belli değildi. Gece, zaten otele gitmemiş. Yeşilyurt’ta yıllar önceden tanıdığım Burhan Karadayı'nın konuğu olmayı yeğlemiştim. O da, “Dur bak seni kimlerle tanıştıracağım" diyerek komşularına götürdü mü? Gecenin bir yarısına dek, Dosterler’de oturduk. Müberra Doster’le, Yaşar Doster; çocuktan yatmış. Usum, düşüncem Ankara'ya dönüp dönmeyeceğimde. Dosterler’le hemen kaynaştım. Ama yine de gözüm yolda...
Havaalanında tur atıp duruyorum. "Kafeterya"da, oturup çay içmek için yer yok. Oturanlar da kalkmıyorlar. Kimi gazetelerin bulmacasını çözüyor, oturduğu yerde, kimi de oturmak için kuyruğa girmiş; yüzlerini görmemek için oturanlar, başlarını kaldırmıyorlar. Nesine gerek? Belki yüz yüze geliverirler, ne olur ne olmaz...
Gazeteleri aldım. Bir yandan tur atıyorum. Olup bitenleri gözlemeye çalışıyorum. Tam bir keşmekeş! Neden buranın adını “Atatürk” koymuşlar ki? Konurken eleştiriler okumuştum:
Yapmayın, etmeyin. Bir yerin adı 'Atatürk" olmakla, orası düzelmiş olmaz. Atatürk’e haksızlık edersiniz!
Dinleyen olmamıştı. İşte gözlerimle görüyordum. Bir gece öncenin tüm yolcuları doluşmakta yolcu salonuna, yolcu gidişi olmadığı için, herkes üst üste. “Keşke Ahmet Korulsan'ı dinleyip, akşam trenle Ankara’ya gitseydim..." diye geçiyor usumdan ya, tek sıkıntım, "Ankara Notları”nı hazırlayamamak.
Gazeteye telefon edip, Nurgün Hanım'a:
Yazıyı cuma günü sabah erkenden verebileceğim. Şimdi havaalanında uçağın kalkmasını bekliyorum... dedim.
Yazı da yazmayınca yapacak işi olmamak ne iyi? Biri kafeteryadan el etti. "Ben kalkıyorum, size yerimi verebilirim" anlamına. Karşımda da eski bakanlardan Refet Sezgin oturuyor. AP'li bakanlardandı. 12 Eylül'den sonra sıkıntı çekmiş. Şimdi avukatlık, danışmanlık yapıyormuş. Durumu iyiymiş. Ankara’da Yargıtay'da duruşması varmış. Ona gidiyormuş, uçak kalkmayınca, kalktı Yargıtay Dairesi’ne bir telgraf çekti yıldırım...
Söyleşiyoruz. Cumhuriyet'te, Celil Gürkan'ın dizisini, Muhsin Batur'un, Uğur Mumcu'nun yanıtlarını okumuş. İlginçmiş. 1969'larda geçmiş bir anısını da anlattı. Şöyle: Refet Sezgin, Roma'ya gittiği bir sıra, Vatikan’da büyükelçi olan Necdet Uran, Refet Sezgin'e:
Sizinle özel görüşmem gerek demiş. Refet Sezgin, o sırada Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, Necdet Uran Deniz Kuvvetleri eski komutanı. Necdet Uran şöyle demiş:
Bu Muhsin Batur, darbecidir. Sakın onu Hava kuvvetleri Komutanı yapmayın .
Refet Sezgin de, Ankara'ya gelir gelmez durumu Başbakan olan Süleyman Bey’e anlatmış. Sordum:
Süleyman Bey ne dedi?
Bir şey demedi. Sadece dinledi...
Saat başı, uçağımızın ertelendiği duyuruluyordu. Esenboğa'da kötü hava koşulları vardı. Söyleyen "koşul” der mi, "kötü hava şartları" diyordu!
Esenboğa'ya uçak kalkmadığı için, Samsuna aktarmalı gidecek yolcular da Ankara uçağının kalkmasını bekliyorlardı. Çantalarımı, gişenin önünde sıraya koymuştum, ikide bir gidip bakıyordum. O sırada Şevket Yılmaz geldi. O da Ankara'ya gitmeyi düşünüyordu demek. Şevkek Yılmaz, “Niye geldin?” diye soranlara:
Halit Narin’le görüşmeye geldim de... diyordu.
Bak Ekmekçi, diyordu Şevket Yılmaz, Ben geldim ya, uçak kalkar, göreceksin...
Az sonra, duyuru yapıldı Saat 11.00'e geliyordu. Esenboğa: da hava koşulları düzelmişti demek. Çantalarımı görmeye giderken arkadan bir bayan sesi:
Sıraya girelim luften, aradan girmek isteyenler var...
Ben sıranızı bozmuyorum hanımefendi. Sabahın yedisinde bıraktığım çantalarıma bakıyorum..
Kadın kıpkırmızı kesildi:
Sizin için söylemedim, dedi. Başka araya girenler var...
Çantalarım önde, en arkaya gidip durdum. Şu “hiyerarşiye', "sıraya" nasıl da düşkünüz! Bir de “zincir”e...
Eski gazetecilerden Ömer Öztürkmen, bir zamanlar. Yirmi yıl önce filan. Tercüman’daydı. Milletvekilliği de yaptı, yanımdakine sordu:
Mustafa Ekmekçi’yle tanışmıyor musunuz?
Yanındaki, karşılık verirken baktım. Ergun Göze'ydi.
Beyefendiyi tanıyoruz! dedi.
Beni duruşmadan tanıyordu. Oradan da uzaklaştım. Bir bahaneyle, daha arkalara durdum...
Polis aramasından geçtik Polisler de masaj yapar gibi arama yapıyorlar.
—Cebinizdeki ne?
Anahtar!
Çıkarın bir bakalım...
Uçağa bindik. Bir süre uçakta bekledik. Şevket Yılmaz, sağ önümde oturmakta, hostese sordu Yılmaz:
Başka büyüğümüz var mı gelecek? Ne zaman uçacağız?
Biraz sonra kalkıyoruz efendim.
Şevket Yılmaz’ın "büyük” diye takıldıkları arasında ANAP Genel Başkan Yardımcısı Şadi Pehlivanoğlu var. O önde oturuyor. Az sonra Şadi Bey geldi, Şevket Yılmaz'a:
Yahu kardeşim, bi oturup konuşalım, diye geldim. Burada da gazeteci var, konuşulmaz!
Konuşmaya başladılar. Sardırdılar, bir ara, Pehlivanoğlu’yla göz göze gelince sordum:
Şadi Bey, erken seçim var mı?
Ara seçimi beni idare eder...
Kısa, net yanıtlar, tam Karadeniz işi...
Bir ara Pehlivanoğlu, bana döndü:
Biliyor musun, dedi. Bu memlekette zengin sosyalistler, yoksul kapitalistler var...
Yoksul kapitalist deyince, usuma Ali Yüce geldi. O, yapıtlarını dağıtıcıya vermiyor. Kendi dağıtıyor. Başaran da ona “Ali Holding" diyor. İçimden güldüm...
Esenboğa'ya gelince, Şevket Yılmaz'a sordum:
Pehlivanoğlu oy isteme konusunda sizi ikna etti mi?
Çabuk geldik, henüz edemedi. Zaman yetmedi! Sonra da, birlikte mi gittiler kente?
Yolda düşünüyordum: Esenboğa Havaalanı'nda sis var diye, uçaklar niye, Etimesgut Havaalanı'na, ya da Mürted'e inemiyorlardı? Oralar, askeri havaalanlarıydı, ama zorunlu durumlarda sivil uçaklar için kullanılabilmeliydiler. Bir uçağın inip kalkışında asker-sivil ayrımı yapmak olur muydu? İnince araştırdım. Etimesgut büyük uçakların iniş kalkışlarına uygun değilmiş. Eee, uygun duruma getirsinler, dedim. Sonra sis var diye, Esenboğa'ya iniş-kalkış yapılamaması bu uzay çağında ayıp! Öğrendim. Esenboğa bıirinci sınıf havaalanı, Yeşilköy ikinci sınıf. Paris, Londra havaalanları ise üçüncü sınıfmış. Paris'te, Londra’da Esenboğa yoğunluğundaki siste uçaklar inip kalkabilirlermiş, alan, öyle teknik aletlerle donatılmış, Esenboğa'da bu yokmuş. İnişler, kalkışlar giderek tehlikeli duruma gelebilirmiş...
Yalnız aygıt, alet konusu değilmiş sorun. Personel de, çalışanlar da harcanıyormuş giderek. Giden teknik elemanların yerlerine, yenileri gelemediği gibi, öbür kuruluşlarda yoğunlaşan "kadrolaşma" burada da varmış! Ne kadrolaşması bu? Yazık değil mi bu ülkeye? Bu insanlara? İnsan canının söz konusu olduğu yerler buralar. Buralarda "kadrolaşma" olur mu?