Bin Yılda Bir...

Çocukluğumda, kimileyin yemeklerimi babamın lokantasında yerdim. Yemeği kendim koymuşsam, babam:
Oğlum, tabağını tepeleme doldurma! Sonra yine al! derdi. İçimden:
Niye? Bu lokanta bizim değil mi? İstediğimce alsam ne olur? diye geçirirdim. Babam, içimden geçirdiklerimi sezmiş gibi eklerdi:
Lokantaya gelen bir müşteri, senin, benim oğlum olduğunu bilmez, "Bu usta kiminin tabağını dolduruyor, benim tabağımı ise doldurmuyor. Az yemek veriyor!" diye düşünebilir. Onun için, yoksa senden yemek esirgemiyorum.
Lokanta dediysem, Hadim ilçesinde, altı yedi masası olan, fırına bitişik bir yer. Birkaç basamak merdivenle çıkılır bir oda. Evet, fırını da var, soyadımız onun için Ekmekçi! Nasıl olsa ekmek pişiriyor, buna boş zamanda yapılan yemek de eklenebilir. Üç-beş kuruş da oradan gelir!
Berberlik de yapardı: çünkü ilçede berber yoktu! Lokantanın bir ucunda berber aynası, koltuğu vardı. Aynaya bakar, sonra hemen aynanın arkasına bakarmışım! Lokanta, geceleri de yattığımız yerdi. Yere bir çul serilir, bir yastık bir de şilte. Ben anımsamıyorum:
Yüzümü örtmeyin ammana! dermişim. O gün bugün yatarken yüzümü örtmem!
Babamda uğraş vardı daha: fırının üstünde bir oda, kahveydi. Yakınında bir de nalbant dükkânı vardı. Orada, katırların, eşeklerin nalları çakılırdı. Ben, babamın nalbantlığına yetişmedim. Anımsadığım, nalbantlığı hancı Mahmut Ağa’nın yaptığıydı. Belki o da babamdan öğrenmişti, bilemem! Sonradan, kaldığımız Hocalar köyünden ilçeye, Hadim'e taşındık. Artık, evde yatar oldum!
Anam, babamın yemeklerinden yemezdi:
Baban, yemekleri yağlı yapar, ben yağlı yiyemem! derdi.
Babam 58, anam elli yaşında öldü. Babamdan bana, onun -kırılmaz-su bardağıyla, geceleri fırından, eve gelirken kullandığı gemici feneri kaldı. Anamdan kalan, bir kirman! (Kirmana, oralarda eğirmeç de denir. Elde yün eğirmede kullanılır.)
Geçen yıl Yunus Nadi ödül töreninden sonra, bir gün birkaç okurla birlikte, İstanbul'dan Çatalca'ya Nesin Vakfı'na gitmiştik. Aziz Nesin, bize vakfı gezdirdi, yeni yapılan yapıyı gösterdi; o zaman daha bitmemişti. Antalya'nın Manavgat'ından iki okuru daha geldi:
Çatalca'ya gelmişken, Aziz Nesin'e bir uğrayalım! demişlerdi. Resimler çektiler. Keyifli bir geziydi.
Öğle oldu, Aziz Nesin:
Yemeği burada yiyeceğiz, dedi, yemekten sonra gidersiniz!
Dere boyundaki binanın alt katında sofraya oturduk. Yemekte, türlü, pilav, komposto vardı. Yemekler, çocukluğumdan beri sevdiğim yemeklerdi. Türlüyü yedikten sonra, tabağımda biraz suyu kalmıştı. Aziz Nesin, bir parça ekmeği kopararak:
Ekmekle şöyle tabağını bir sıyır! dedi.
Sıyırdım, tabak pırıl pırıl oldu! İçimden gülümsüyordum; neden birden babam geldi usuma? O da tabakta yemek bırakılmasından hoşlanmazdı! Pilav tabağında bir pirinç tanesi bırakmadım. Aziz Nesin’in ne düşündüğünü biliyordum:
Tabakta pirinç tanesi bırakmamak, emeğe saygıdır. Bu pirinç tanesi, kaç kişinin emeğiyle pirinç olup, senin önüne geliyor biliyor musun?
Cimrilik, pintilik lâf. O, ancak bir espri konusu olabilir. Aziz Nesin, buna kendini alıştırmıştır da.
Türkiye Yazarlar Sendikası'nın (TYS) Ankara'da şubesi açılacaktı. Kuruluş hazırlıkları için Aziz Nesin Ankara'ya gelmişti. Bir basın açıklaması vardı, bunun çoğaltılması gerekiyordu.
Ekmekçi, sen çoğalttırıver, parası neyse veririz dedi.
Meclis’e gitmem gerekiyordu, öğleden sonra döndüm.
Fotokopileri Aziz Bey’e verdim:
Ooo! dedi, kaç para verdin!
Para almadılar!
O zaman, dedi Aziz Nesin, oraya kaç para vermen gerekiyor idiyse, o parayı bize, sendikaya vermen gerek!
Gülüşüyorduk. Adı cimriye çıkmış ya, eğleniyor işte!
Aziz Nesin, bir bakıma, esprileriyle yaşıyordu. Sürekli görüş açımın içinde oldu. Neredeysem, nereye gittiyse, izlerdim. Diyelim, Almanya’daysa, ben de oralardaysam, ne yapar eder, ona ulaşmaya çalışırdım. Uğur Mumcu’yu, Rıfat Ilgaz'ı, Server Tanilli’yi, İlhan Selçuk'u, Sadun Aren’i, Hüsnü Göksel'i (yer darlığından adlarını yazamadıklarım var) de öyle. Bunlar benim için bir politikacıdan çok daha önemliydiler. Uğur öldürüldü, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz öldüler. Ufkum daraldı sanki...
Aziz Nesin, Tahsin Saraç, daha birkaç kişi, Hollanda’da Amsterdam'da konuşmalar yapıyor, akşam kenti dolaşıyorlar. Bir seks mağazasının önünden geçiyorlar. Her çeşit reklam var. Bir resim var, resimde adamın cinsel organı iki tane. Tahsin Saraç kendi kendine:
Bu kadarı artık mübalağa!diye söyleniyor. Aziz Nesin:
Neymiş o mübalağalı olan?
Baksana Aziz Bey, adamın iki tane şeyi var! Aziz Nesin, Tahsin'e soruyor:
Sende bir tane mi yoksa?
Mehmet Ali Aybar'a da üzüldüm. İstanbul'a gidemedim. Alkışlarla uğurlanmış! Aziz Nesin'den sonra, Aybar'ın ölümü solcuları yıktı bir çeşit. Güzel yazılar yazıldı ikisi için de. Ama, giderek tavsadı, önümüzdeki hafta Cumhuriyet, bir "Aybar” eki yapacak...
Oralp Basım’la konuşuyordum. O, Aziz Nesin’le ilgili olarak yazılanlar yeterli bulmuyordu:
Onu anlamadılar! diyordu. Bir Aziz Nesin gibi, bir ülkeye bin yılda bir gelir!
Turan Dursun, kaç yılda bir gelir? Dinsel tören yapılmasını istemeyen Turan Dursun, ardından Aziz Nesin! Aybar’ın cenaze töreninde konuşulmuş. Doğan Avcıoğlu da, dinsel tören yapılmasını istememiş, öylece gömülmüş "ada "ya!