Stuttgart'tan Berlin'e geldiğimde duydum Behice Boran’ın öldüğünü. Çok üzüldüm Sabiha Sertel’den sonra, yurtdışında ölen bir aydın Türk kadını, aynca bir dost. Onu, 1960'lı yılların birinde tanıdım. O yıllar, Milliyet'teydim. İlginç anılarım var Behice Hanım'la ilgili. Gazetede herkesi korkuttuğunu görmüştüm. Şöyle: Ali Gevgilili, “Düşünenlerin Düşüncesi” köşesi için, çeşitli parti liderlerinden yazı istediğinde, TİP'ten Aybar'ı ya da Aren'i bulmamı, onlardan yazı almamı isterdi. Abdi İpekçi'den sonra sanıyorum Ercüment Karacan da kimlerden yazı istendiğine -az çok- karışıyordu. Gazetenin yayım politikası açısından -kendince- haklıydı. Bir gün bir konuda, Aybar'ı aramışlar, bulamamışlardı ya da Aybar orada yoktu Sadun Bey de dinlencedeydi, bulduğumda yazamayacağını söylemişti öyle anımsıyorum..
Ne yapalım? diye düşünüp duruyorlardı...
Behice Boran’dan istesek! dedim. Ali Gevgilili:
Ben Abdi Bey'le, Ercüment Bey'le bir konuşayım; yanıtını verdi. Ercüment Bey mi, kim söylemiş "O şimdi bir "Manifesto” yazar gönderir!” diye.
Ancak, istenecek başka kimse de yok. Sonunda, “Peki" dediler," iste Behice Hanım’dan yazıyı!” Telefonu açıp konuştum:
Behice Hanım, Milliyet’in "Düşünenlerin Düşüncesi" köşesi için bir yazı verebilir misiniz? Konu şu olacak...
Düşüneyim! filan demedi. “Ne zamana dek istiyorsunuz?" diye sordu.
Biraz erkan, çünkü zaman kalmadı...
Peki, dedi, dediğimiz günde yazıyı gidip aldım. Yazıyı okudum, öyle, manifesto gibi, söylev gibi bir yazı değildi. Yumuşaktı. Yazı yayımlandı.
Behice Hanım’a, yazısının çok yumuşak olduğunu söyledim:
Mahsus yaptım, dedi, bir daha istemesiniz diye. Yazı sert olsa korkarlar, istemezlerdi. Gerçekten Behice Hanım, birkaç kaz daha yazdı...
Behice Boran’ın tüm yaşamı, 'demokrasi” kavgasıyla geçti. Demokrasi, barış, özgürlük kavgasıyla. Sürgünde öldü. Geçen yıl, Brüksel'de konuşurken.
Artık Türkiye'de görüşürüz, dediğimde:
Bizim durumumuzda olanların hemen dönebileceğimizi sanmıyorum! yanıtını vermişti.
Hava da karardığı için, hemen kalkmak istedim.
Nereye gidiyorsunuz, dedi, daha konuşmadık ki! Sonra, daha çay koyacağım. Biz, gece ikilere dek konuşuruz, diye düşünmüştüm ..
Yok yok, çayı içmiş sayın, bize izin verin. Yiterim, miterim de…
Ayrılmıştım yanında bir saate yakın kalıp; Türkiye'ye dönüşte, arkadaşlar takılmışlardı, sitemli:
İnsan Behice Ana'nın bir çayını içmez mi? diye
Ankara'da cezaevinden bir çıkışında söylemişti:
Senin yazılarını sonuna dek okuyorum; nerede ne söyleyeceğini bitmiyorum ki!
Cezaevinde de mutlu olunabileceğini, onun bir mektubunu aktararak anlatmıştım. 1973'te, Ankara da "Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”nda yatıyordu. Fatma Hikmet İşmen'e yazdığı mektubunda şöyle diyordu:
"Sevgili Hikmet Hanım,
Defterleri aldığımdan beri size mektup yazacağım. Bugün yarın derken günler geçti, geçiverdi. Hapiste günler öylesine çabuk geçiyor kı, şaşarsınız. Hem erken kalkıldığı halde… Kahvaltı ve yemekler, havalandırmalar yoklamalar günü bölüyor ve kısaltıyor. Araya banyo, çamaşır yıkama gibi işler de giriyor. Kalan zamanı da günü yararlı geçirmiş olmak için, okumak, çeviri, daktilo yazmak, örgü veya iş işlemekte dolduruyorsunuz. Ve gece yatağa yorgun argın giriyorsunuz. Cidden hiç şaka değil. Halbuki dışarda iken insan, hapiste de vakit geçmez diye düşünür.
Defterler bana geçmiş yılları hatırlattı. Zamanın ölçüsü bakımından çok yakın, niteliği bakımından çok uzak yılları. Bahçeye çıkıp açık havalarda Çankaya, Dikmen tepelerini görünce de sık sık hatırlıyorum sizin balkonda oturduğumuz akşamları. Her nedense yine öyle oturacakmışız gibi geliyor bana. On beş yılı ciddiye alamıyorum bir türlü. Uzaktan siyaset sahnesini izlemek de ilginç. Çok gazete, dergi alıyoruz, onları okumak da her gün üç dört saat alıyor.
Şimdi gece. Son yoklamadan sonra yazıyorum bunlan. Koğuş sessiz Herkes bir işle meşgul Mektubu bitirince tercüme tashihten yapacağım ve böylece günün programı kapanmış olacak. Sabah altı-altıbuçuk arası kalkacağım
Siz neler yapıyorsunuz? Yazarsanız sevinirim. Munise Hanım'ı görüyor musunuz? Selam ve sevgilerimi söyleyin lütfen. Diğer eşe dosta da.
İşte bizim hapishane havadisleri bitti bile. Günler çok dolu geçmekle beraber, çok yeknesak da. Bugün tam bir bahar havası vardı. İçim bir genişledi, ferahladı ki... Koğuş sanki genişlemiş gibi geliyor. Bahçe de öyle.. Duman azalmış hava ciğerlere daha yumuşak, daha dost... Havanın bir değişimi bile böylesine sevinç kaynağı oluyor hapiste. Küçük şeyler büyük değer kazanıyor ve insan mutlu olmak nedenini buluyor yine de.
Hatırladığınız için teşekkürler eder, gözlerinizden öperim.
Behice Boran."
Mektubu, 26 Şubat 1973 günlü ''Ankara Notları”nda yazmışım "Gün Ola Harman Ola" kitabımın birinci cildinden aldım.
Behice Boran, Belçika'da sürgündeyken, eli kolu bağlıyken, Türkiye'de gazetelerde ona sövüp sayanlar onun ölümünden sonra olsun utanmışlar mıdır?
★ ★ *
Stuttgart'ta, Sabahattin Ali'nin 80. doğum yılı toplantıları sırasında, sendikanın “Yazarlarevi"nde kaldık Demir Özlü'yle birlikte. Ayrılacağımız sabah, Yazarlarevi'nin mutfağında çorba pişirdi Demir Özlü, içtik. Kemal Sülker de, orada Yazarlarevi'nde kalacaktı. Pasaportunu alamadığı için gelemedi Türk Aydınlarıyla Dayanışma Girişimi Başkanı Server Tanilli. Kemal Sülker'e yazdığı mektupta, bir yerde özetle şöyle dedi:
“…Olayın sizi na denli üzdüğünü biliyoruz, -en az sizin kadar- bizler da üzüldük ve bu keyfi olay karşısında sonsuz bir nefret duyduk. Türkiye'deki relimin aydınlarımıza neler çektirdiği saymakla bitmez; onları, kültürümüze onur veren ölümsüz yazarlarımızı anma toplantılarına katılmaktan alıkoymaya kadar varan keyfi, keyfi olduğu kadar da iğrenç davranışlar da işin içine girmiştir ki, şu sizin uğradığınız işlem, bunun son bir örneğidir.
Olay karşısında sessiz kalamayacağımızı tahmin edersiniz. Üzüntümüzü bir yerde hafifleten bir şey vardır ki, o da şudur: Bugün sizin yurtdışına çıkışınızı engelleyen karanlık güçler, geleceğin aydınlık Türkiyesi'ne dair umudumuzu elimizden alamıyorlar ve alamayacaklardır…"
Demir Özlü, pasaportu elinden alındığı için İstanbul'a babasının ölümüne gelememişti. Bu yaz, ölüm yıldönümünde ne yapıp edip gelecekti. İsveç gazeteleri, bir olayla çalkalanıyordu. Sovyet casusu olduğu gerekçesiyle ağır hapis cezasına çarptırılan bir kişi, cezaevinden evine -eşini, çoluk çocuğunu görme gerekçesiyle- gittiği sırada, pasaportuyla yurtdışına kaçmıştı. Hükümet, cezaevindeki adamın elindeki pasaportunu geri almayı düşünmemişti! Cunta döneminde Melina Mercuri, sürgünden babasının cenazesi için Yunanistan'a gidip dönmüş, cunta Melina Mercuri'yi tutuklamamıştı...
Stuttgart’ta, 1935-1945 yılları arasında, nasyonal sosyalistlerce öldürülen anti-faşistler anıtına çiçek koyduk…
15 Ekim 1987, Cumhuriyet