Uzun süre var ki, domuz beslenmesiyle, domuz eti üzerinde duramamışım, elim değmemişti. İzmit’te camide hoca, uzun süre yazılarımın üzerinde durmuş, veryansın etmişti. Son sıralarda, yine bu konu gündeme getirilip, hocaya soru yöneltilince, şu yanıtı verdi:
Bu konu, derin bir konudur. Hemen yanıtlanabilecek (o, böyle demiyor elbette, cevaplanabilecek diyor) bir konu değildir. Başka bir zaman sorunuzu yanıtlayayım!
Hoca, buna benzer sözlerle geçiştirmişti soruyu...
Ankara'da avcılar anlattı, bir gün. Biri şöyle dedi:
Mustafa abi, senin domuz yazıları öyle etkili oldu ki, önceleri domuz avladığımız zaman, el sürmeyen köylüler, bu kez başımıza birikiyorlar. Vallahi, biz aç kalıyoruz!
İzmit'ten Oralp Basım'a, Robert Kolej’in eski öğretim üyelerinden 85 yaşındaki Ermeni asıllı Çamurcıyan anlatmış, her yıl Robert Kolej’in arkasındaki çiftlikten Mustafa Kemal'e, Ankara'ya bir domuz kesilip gönderilmiş. Atatürk döneminde, çiftliklerde domuz beslenmiş, çeşitli ülkelere, altın para ile domuz yağı satmışız!
Yine Oralp Basım anlattı: İzmit’te domuz çiftliğinde çalışan bir karı koca, komşu çiftlikte çalışan altı çocuklu bir aileye akşam üstü oturmaya giderler. Yemeklerini de yememişlerdir. ‘Ailenin çocuklarıyla birlikte yeriz" diye biraz domuz ciğeri götürürler. Orada pişireceklerdir. Onlar ise, yemeklerini yemişler, ancak domuz ciğeri pişirilirken, iştahları yeniden kabaran çocuklar, yemeğin başına çökerler. Gidenler, ekmeklerini bile banamazlar!
Oralp Basım, şöyle dedi:
Ciğer piyasada 2500-3000 TL, kıyma bile 3300 TL. Asgari ücretle çalışanlar, et alıp yiyebiliyorlar mı?
17 temmuz cuma günkü Cumhuriyet’te, son sayfada Prof. Fikret Biyal'ın demeci de beslenmeyle ilgiliydi. Prof. Biyal, “Kötü beslenme, zekâ geriliğine neden oluyor. Yetersiz ve dengesiz beslenmenin kurbanı en çok çocuklar oluyor. Bebek ve çocuk ölüm hızının yüksekliği, büyüme ve gelişme geriliği, beslenme hastalıkları, zekâ donukluğu, enfeksiyonlara dirençsizlik, hep yetersiz beslenme sonucu gelişiyor'' diyordu.
Ozan Tahsin Saraç anlatmıştı, başından geçen bir olayı: Mardin'in bir köyünde, bir ağanın evine konuk olan Saraç, şöyle diyordu:
Akşam yemekte, kuşsütünden başka her şey vardı; sofra kalabalıktı. Et sinileri ortalıktaydı. Çevrede de, sofraya hizmet edenler, ellerini kavuşturmuşlar, ayakta bekleşiyorlardı. Sofradan kalkılınca, kalan yemekleri bekleşen hizmetçiler yiyeceklerdi. Ağa, kalkarken:
Şu etleri, itlere verin! buyurdu. Ben şaşırmıştım. Etler, köpeklere verilirse, orada hizmet edenlere, sadece pilav, börek gibi şeyler kalıyordu. Dayanamadım:
Ağa, dedim, burada hizmet edenler dururken, ederi neden köpeklere veriyorsun?
Ağa, karşılık verdi:
Onlar et yerlerse olmaz!
Ağa, bu sözleriyle satır arasında, “et yemeye alışırlarsa, sonra bizi de yerler!" mi demek istiyordu?
Muzaffer İlhan Erdost'un "Şemdinli Röportajı”nı okuyorum. Güneydoğuda, insanların nasıl yaşadıklarını anlatıyor. 132. sayfasında şöyle diyor:
“Canın yongası mal, yongaların yongası koyun... Fakyan köyünde bağdaş kurmuş konuşuyorduk. Biri diyor ki: "Bizde adam kesilir, lâkin koyun kesilmez. Ölmüştür o başka..." Bu sözün içinde çetin gerçekler vardır
...Bir dişi koyun kazancının birimidir. Bu dişi koyun doğuracak, bu dişi koyun süt verecek. Kuzu büyüyecek, sütten yağ, peynir yapılacak, yünler kırkılacak. Sonbahar geldiği zaman hepsi satılmaya hazır olacak... Koyun nedir? Bu soruya kim cevap veremez ki? Memelilerden... Hayır, koyun, yeşil dalı ve kuru yaprağı, solmuş çiçeği ete, süte, yapağıya çeviren canlı makine. Köylü yazın bu makinenin arkasında dolaşır. Kış gelip de kar köyleri, dereleri örttüğü zaman bu makineyi yaşatmak için yeni bir çile devri başlar... Fakyan'da Göçer Mustafa "Bizde adam kesilir, lâkin koyun kesilmez" diyor, önce bir fantezi gibi gelir bu söz. Oysa kaskatı bir gerçeği anlatır..."
Okuyun Şemdinli Röportajı'nı. 1960’lı yıllarda, yıllar önce yazılmasına karşın, günümüzde de yepyeni. Gerçekler kolay eskimiyor ki.
Anlatıyor, Muzaffer İlhan Erdost:
“...Hasso hastalanmış. Komşular "geçmiş olsun”a geliyorlarmış. Bir kadın da İki elma, iki ayva almış, ziyaretine gelmiş. Hasso’nun anası, elmayı, ayvayı görünce başlamış ağlamaya: "Hasso pivaze nahot" diyor ağlıyormuş, "Hasso soğan yemiyor teyzesi" diyormuş, "soğan yemiyor, değil ki, elma yesin, ayva yesin...” ta hıçkırıyormuş. "Hasso ölecek" dermiş kadın, "çünkü soğan bile yemiyor.”
Ben de alışmıştım. "Pivaze pivaze bidemin"diyordum. Yani, "Bana soğan ver" "Pivaze bine", “soğan getir. Ama çok evde soğan bulunmuyordu. Hatta bir keresinde arattılar, köyde (Bezeli köyü) bir baş soğan bulamadılar..."
Doğu, güneydoğu öyle de, Orta Anadolu ayrı mı? Orada da aynı yokluk. Halk arasında söylerler, adam karısına demiş ki:
Acı acıya, şu sancıya; kes karı bir soğan daha!
Anam, “Kuru yavan, acı soğan!" derdi. Yiyecekler bunlardı demek.
Kurban bayramları geldi mi, beslenme konusu gelir gündeme. Et yiyemeyenler gelir uslara. Hacca gidenlerin kurbanlarını Suudi Arabistan'da değil, Türkiye'de kendi ülkelerinde kesmeleri gelir. Geçen yıl öldü. Diyanet İşleri, Din İşleri Yüksek Kurulu eski üyelerinde Hamdi Kasapoğiu. Sağlığında az mı uğraşmıştı, hacıların kurbanlarını Türkiye'de kesmeleri için. “Türkiye’de açlar varken, Suudi Arabistan’da kurban kesilmesi yanlıştır" derdi. Diyanet İşleri'nde tutucular, Kasapoğlu'na karşı çıkarlardı. Gerçek bir Atatürkçü’ydü ölümünden önce, kendisine gelmek isteyen, Diyanet İşleri'nden kimseyi kabul etmedi.
Bu yıl hacta, daha varmadan yüze yakın yurttaşımız öldü. Sıcaktan, bir de yaşlılıktan, dediler. Demek, bu yurttaşların giderken, sağlık denetimleri yeterince sağlıklı yapılmamış. Onlara, "Siz Suudi Arabistan'ın sıcağına dayanamazsınız'" denmemiş. "Siz çok yaşlısınız" denmemiş, "ölen ölür kalan sağlar bizimdir" denmiş. Hacı adaylarının başlarından daha neler geçti, dönüşlerinde öğreneceğiz. Borçlu ülkenin, yoksul ülkenin hacıları, kurbanlarını Suudi Arabistan çöllerinde kesip gelenler, herhalde gerçekleri görünce ayılmış olmalıdırlar. Kurban keseceğiz derken, kendileri kurban oldular! Iranlı hacıların çıkardıkları ölümlü olaylar, haccın artık tuzlu olduğunu da göstermedi mi?
Yarın bayram, tüm okurların bayramları kutlu olsun!
4 Ağustos 1987, Cumhuriyet