Doğuya, Güneydoğu'ya paldır kültür gönderilen sağlıkçıların, sağınların, bacıların sorunlarını yansıtmayı sürdüreceğim; bu yazıların çok olumlu yankılar uyandırdığı haberleri de geliyor; buna seviniyorum. Erdal Atabek'in yazısı çok beğenilmiş, yoksunluk içinde çalışanların yüreklerine su serpmiş. Bu arada, oldukça eğlenceli şeyler de olmuyor değil hani; Örneğin, bakanlıktan gelen bir buyrukta, özetle şöyle deniyordu:
"Her gece sabaha, ertesi günü de akşama dek 3x8 nöbet uygulanacaktır. İki hekim (sağın) telefon başında bulundurulacak, il müdürlüklerinin telefonları başında; nöbetçi sağınlar telefonu açınca, şöyle konuşacaklar
İyi akşamlar! Burası, falanca il sağlık danışma merkezi; ben doktor falanca, size nasıl yardımcı olabilirim?
Halk, bu yörede böyle şeye alışmadığı için komik durumlar oluyor. Çoğu, eğlenmek için telefonu açıp soruyor.
Savaşın sonu ne olacak?
Ya da sadece konuşmayı dinleyip kapatıyor.
Saddam nasıl diye soranlar da var!
Saddam'ın sağlık durumuyla, ne yaptığıyla ne ilgisi var sağlık danışma merkezinin?
Bakanlık, konunun üzerinde titizlikle durmaktaydı. “Halk ne soruyor, bunları saptayın” diye buyuruyordu. Sağınlar, bacılar haşat olmuşlardı 3x8 nöbeti yüzünden, Kadro da çok dar olduğundan günaşırı, ya da üç günde bir böyle nöbet geliyordu. Çok sık geliyordu.
Bakanlık bir de yoklama, bilgi toplama, yani “anket” düzenlemişti. Bunda, sağınların, bacıların görev yaptıkları yerlerden hoşnut olup olmadıkları, yaşam koşulları, yeme-içmenin nasıl karşılandığı, karşılaşılan sorunların kimlere iletildiği sorulmakta, aksaklıkların çözümü için öneriler istenmekteydi. Anket sonuçları pek iç açıcı değil miydi? Çoğu, olumsuz mu karşılık vermişti?
Bakan Halil Şıvgın'ın, o yörede çalışanlara “teşekkür mektubu” o sırada geldi! Mektubuna, “Aziz Kardeşim" diye başlayan Halil Şıvgın özetle şöyle diyordu:
"... Bu durumun sizler için meşakkatli olduğunu bilmekteyim. Ancak, sizlerin de bu görevlendirmelerin yapılmasındaki mecburiyeti takdir edeceğinizi ümit ediyorum, sağlık ordusunun fedakâr mensupları, siz zor görevleri her zaman başardınız. Bugün de heyecanla, beklemeksizin yeni görevlerinizin haşindesiniz. Göreve katılmada gösterdiğiniz hassasiyet ve gayreti mutlulukla müşahede ettim. Geçici görevli bulunduğunuz bu süre içinde de üzerinize düşen görevleri şevkle ve en iyi şekilde yerine getireceğinizden asla şüphem yoktur. Sizleri bu düşünce ve duygular içinde kutlar, başarınızın devamını diler, en derin sevgilerimi sunarım."
Bakanın “teşekkür" mektubu, adlara yazılmıyordu. Herkes, "Sayın”dan sonra konan yere adını soyadını yazıyor, mektubu alıyordu. Bakanlık, nereden bilsindi kim nerede?
Antalya Devlet Hava Meydanları İşletmesi'nde, Rüştü Sungur adında bir sağın vardı, sözleşmeli olarak çalışıyordu. "Geçici görevle” Diyarbakır'a göndermek istediler; “Ben sözleşmeliyim, beni geçici görevle gönderemezsiniz” dedi. Bu kez, Diyarbakır Havaalanı’na telgrafla ataması çıktı! Olaya, “Tabip Odası” el koydu. Rüştü Sungur gitmedi...
Sağın, İzmir’de çalışıyordu. Oğlu, Bilkent'te okuyordu. Oğul, bir süre önce trafik kazasında öldü. Babayı, Doğu'ya gönderdiler; şimdi Şırnak'ta “devimişleysel sağın" (ortopedist) olarak çatışıyor. Süreyya Ülker, "ortopedi” karşılığında "Devimişley”i bulmuş, ama tutacağını pek sanmıyorum. Buna "kırıkçı-çıkıkçı” desek olmaz mı?
"İnsanlarla Sinekler..." başlıklı "Ankara Notları"nda, "Ankara’ya Türk Tabipler Birliği’ne bilgiler yağıyor. Çukurca'da steteskop dediğimiz dinleme aracı bile yokmuş. İç sayrılıkları uzmanını oraya zorunlu gönderirseniz ne yapacak orada? Orada bir pratisyen hekim düzeyinde bile hizmet verilemez!" diye yazmıştım. Sağınlar, bu yazdıklarıma alınmışlar; alınmasınlar. Amaçlı yazmadım. Çukurca sağlık ocağı ekibi de izinli miymiş neymiş, görevine dönmüş...
Hakkâri'de çalışanların hiçbir toplumsal yaşamı yoktu. Kiminin eşi, çocuklar İstanbul’larda, Ankara'lardaydı. Hakkâri'de yaşam güçtü. Hakkâri'ye gelenler, bir "sürgün” yaşamı sürüyorlardı. 70 bacı, 15 sağın gelmişti, bunların kalacak yerleri bile yoktu. Eskiden gidenlerin kalacak yerleri olmadığı gibi...
İnsan Hakları Derneği Başkanı Nevzat Helvacı, basının “barış”la ilgili konuda "cimri” davrandığını, "savaş”a daha geniş yer ayırdığını söylüyordu. Ankara'da barıştan yana olanlar, Güvenpark’a, ellerinde bir çiçekle gitmek istediler, 2000'e Doğru yöneticilerinden Hasan Yalçın'la birlikte, birçok kişi gözaltına alınıp sonra salıverildiler. "Savaşa Hayır” diyenler, ne yapmalıydılar? Barış Tireni" adını verdikleri bir trene binip Adana'nın yolunu tuttular. Onları, Adana istasyonunda, demokratik kuruluşların yanı sıra Adana Anakent Belediye Başkanı Selâhattin Çolak, Seyhan Belediye Başkanı Yalçın Akyol, incirlik Belediye Başkanı Cumali Kar bekliyorlardı. (Bundan sonrasını, daha sonra yazarım. Heyecanlıdır!) "Barış Yolcuları" arasında şunlar da vardı.
Edip Akbayram, Mehmet Akçasoy, Yeli Aksoy, Hikmet Özlem Akgül, İsmail Akgün, Mahmut Alınak, Başyürek Altın, Besey Altın, Yusuf Alataş, Hikmet Altan, Özen Asut, Hatice Ateşoğulları, Avni Aylan, Cemali Aykol, Orhan Aytaç, Nurten Baltacı, Kayhan Batum, Hasan Benli, Hasan Bektaş, Akın Birdal, Hale Birdal, Ali Bozkurt, Demirtaş Ceyhun, Demir Ceylan, Erdal Çak, Satılmış Çağlar, Ali Demir, Hamza Demirer, Nedim Durmuş, Mustafa Ekmekçi, Adnan Ekmen, Feyzullah Ertuğrul, Oktay Etiman, Hediye Gülten Felekoğlu, Mustafa Gazalçı, Hıdır Göktaş, Hüseyin Gölpınar, Doğan Gülmez, Doğan Gürkan, Nevzat Helvacı, Rıza Ilıman, İlhan İrem, Turan Karataş, Abdullah Kaygısız, Ali Kınacı, Zübeyir Kındıra (Günaydın), Hamiyet Kızıler, Hikmet Koçak, Selahattin Koçak, Hamdi Konur, Veli Lök, Mustafa Meriç, Leziz Onaran, Hüsnü Okçuoğlu, Mehmet Öngeoğlu, Nurten Özdemir, Sezen Öz, Serhat Salihoğlu, Hülya Sarsan, Mustafa Satır (Tan), Meral Serinyer, Kemal Sevgisunar, Metin Sezer, Ramazan Talaş, Nermin Tarhan, Hüseyin Tecim, Gülfidan Tekin, Umur Türkkan, Musa Uysal, Celal Uysal, İbrahim Üçyıldızgil, Bekir Yavaş, İbrahim Yetkin, Turan Yılmaz. (Cumhuriyet)
10 Şubat 1991, Cumhuriyet