Pazar akşamı telefonda, Hüsnü Göksel’le konuşuyordum:
Çıkıp biraz dolaşacağım, dedi. Hava almak istiyor canım...
Yürüyerek mi?
Hayır canım, arabayla...
Ben de geleyim, dedim, değişiklik olur...
Beni evden aldı. “Aydınlar dilekçesi davası" duruşmaları erteleneli beri, bir araya gelemiyorduk. Yargıç, duruşmayı 13 aralık cuma gününe bırakmıştı. O gün savunmanlar (avukatlar) savunma yapacaklardı. Daha sonra da karar...
Hüsnü Bey:
Kardeşime bir uğrayacağım, dedi, beş dakika...
Kardeşinin eşinden, kabak tatlısının nasıl yapıldığını soracakmış. Yunan Elçiliği’nin az üstündeki bir apartmana girip çıktı. Ben arabanın içinde bekledim.
Tamam, dedi, söyle, şimdi, nereye gidelim?
Oran’a doğru gidelim... dedim. Oran yöresi sisler içindeydi. Oran, koruluk olduğundan ağaçlar nemi alıyor, kaç gündür sisten geçilmiyormuş. Oran'da birkaç dostla karşılaştık. Oradan döndük...
Hüsnü Göksel ne tatlı adam. Bir kez işinin ustası. Dünyaca bilinen bir meme kanseri operatörü. Sanatla, bir aydının ilgilenmesi gereken her şeyle ilgili. Arkadaşım Sacide hanım anlatmıştı. Sacide hanım, ameliyat masasına yattığında kulağına çok hafif bir müziğin çalındığını farkeder. Uyumadan önce, tatlı bir müzik, Batı müziği...
Hüsnü Göksel yaklaşıp elini tutar.
Efendim, ben ve ekibim sizi sağlığınıza kavuşturmak için buradayız. Lütfen bize güvenin.
Hüsnü Göksel'e takılmadan edemiyorum:
Büyük halandan kalan arsaya yaptığın yazlığa ne zaman gideceksin?
Halamın çocuğu yoktu, diye yanıtlıyor. O nedenle arsanın bir bölümü bana kaldı... Sen de kalkıp yazdın, herkes bana takılıyor, "Hocam Allah versin! Gözümüz yok" diyorlar...
Bu yaz, sana geliriz artık! diyorum...
Beklerim... diyor.
Eski yıllardan anımsamıyorum, Hüsnü Bey'le aynı yıllarda Ulus'ta yazmışız. Bülent Ecevi’le de o yıllardan tanışıyorlar, 1960 öncesinden. Cüneyt Arcayürek'le de öyle. Bülent Bey bir gün şöyle demiş:
Bir gün, Diyanet işlerine bakan Devlet Bakanı olursam, minerelerden hoparlörü kaldıracağım...
Sahi ne gereksiz o hoparlörler? İnsanı rahatsız etmeye kimsenin hakkı yok. Yıllar önce, İstanbul'da bir profesör, pazarları evinin karşısındaki kilisenin çanından rahatsız olmuş, Danıştay'a başvurmuş. Danıştay profesörü haklı bularak, kilisenin çan çalmasını durdurmuş.
Hüsnü Bey’le barıştan konuşuyoruz. "Bilim ve Sanat" dergisi yöneticilerinin girişimiyle, "Barış için Yazdılar" adlı bir yapıt hazırlanıyormuş. Yapıt, aralık sonlarında çıkacakmış. Hüsnü Bey’den de bu kitaba bir yazı istemişler, bana onu verdi. Yazısının başlığı "Barış İçin Umut". Okudum, güzel bir yazı. Şöyle diyor Hüsnü Göksel yazısının girişinde:
"Bir canlı yaşayabilmek için başka bir canlıyı öldürmek zorundadır. Genellikle öldürdüğü canlı kendi türünden olmayan bir canlıdır. Bu bir yaşam savaşıdır, sürer gider, yaşamda savaş bir doğa yasasıdır ve bu yasa uyarınca doğal olan barış değil savaştır. Bu bireysel savaş açtık-tokluk gel-gitiyle sınırlanır ve genellikle kitle savaşına dönüşmez, insanoğlu da bu savaşın içindedir. Bu arada kendi türü ile de savaşır. Bu yönüyle insan, insan yiyen yaratıktır, insan birey olarak da, toplum olarak da ' kendi kendini yer.
Doğa yasası savaşı getirdiğine göre barış, kökeninde doğaya ters düşer. Fakat insan doğaya egemen olduğu oranda, doğa yasalarına karşı durduğu oranda uygarlaşır, insan insan olduğu oranda barışa yaklaşır.
Barış, kişinin içinde başlar, kişiden topluma, toplumdan dünyaya yayılır. Evrensel barış ancak kendi kendisiyle barışık bireylerin dünyasında kurulabilir, bireylerle barışık toplumların dünyasında kurulabilir. Böyle bir dünyada barış, mutluluk ve sevgi kaynağı olur. Mutsuzluk, sevgisizlik azalır. Sevgi ve mutluluk da , barış kaynağı olur...
Toplumda barış, yaygın deyimi ile iç barış ancak sağlıklı bir toplumda gerçekleşebilir. Sağlıklı toplum, kişi haklarına, daha geniş anlamda, insan haklarına saygılı olan toplumdur. Bu saygıyı devlet kurar, geliştirir, korur, yürütür. Toplumun iç barışı, devletin insan haklarına saygısı oranında vardır ve süreklidir. Bunun temelinde insan onuruna saygı ve adalet yatar. İnsan onuruna saygı fırsat eşitliği ile bireyin doğuşundan başlar. Devlet bireylere insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlamakla yükümlüdür. Bu düzeyde ekonomik koşullar, insan gibi doğmak, insan gibi doymak, insan gibi yaşamak ve insan gibi ölmek koşulları da vardır. Bu koşullar var oldukça, birey toplumla barışık olur. İnsan onuruna yaraşır koşulların olmadığı toplumda birey mutsuzdur, toplumla barışık değildir. Başka bir deyişle, tüm bireyler için insan onuruna yaraşır koşulların sağlanmadığı toplumda iç barış ancak baskı ile yürütülebilir, sürekli olamaz.
Ülkenin temelinde yatan adalet iç barışın asıl öğesidir. Bağımsız yargıç dışında hiç kimse hiç kimseyi yargılayamaz. Hiç kimseye yasada olmayan suç yüklenemez, yasaya dayanmayan ceza verilemez. Adalet dağıtımı karakol-mahkeme-cezaevi yolunu izler. Bu yol boyunca bireyin yargılanacağı yer bağımsız mahkemedir. Karakol ve cezaevi, yasadışı kişisel yargılarla, yasadışı cezaların verileceği yerler değildir. Hangi suçun karşılığı olursa olsun, uygar bir toplumda ceza hiçbir zaman insan onurunu kıran bir niteliğe bürünemez. Devlet hiçbir bahane ile hiçbir kişi üzerinde onur kırıcı girişimlerde bulunamaz. Mayasına işkence karışırsa adalet adalet olmaktan çıkar..."
Göksel'in kitaba verdiği yazı daha uzun, kitabı alır okursunuz artık. Şöyle bitirmiş Göksel yazısını:
"İnanıyorum, daha doğrusu düşlüyorum, umut bu ya, bir gün insan savaş konusunda da doğayı yenecek, insan insanlığını savaşlarla değil, kesintisiz barışla sürdürecek..."
Şimdiye dek, dünyada on beş bin savaş olmuş. Evrensel barış da, insanlığın tarihiyle yaşıt. Banş, artık gökten zembille inmiyor. Kiliselerde, camilerde dua ederek de barış sağlanamıyor; sürekli barış, bu uğurda uğraş vermeyi gerektiriyor. Barış, onu savunulanlarla yaşatılabilir. Barışçıların örgütlenmeleri olayı, 1949 yılında Paris’te toplanan “Dünya Aydınları Toplantısı”nda ortaya atıldı. 1950 yılında da “Dünya Barış Konseyi" adında, bir örgüt kurularak, başkanlığına ünlü fizik bilgini Frederic Joliot Curie seçildi. Şimdi, merkezi Helsinki'de bulunan “Dünya Barış Konseyi"nin 135 ülkedeki barış komiteleri ve dernekleri ile ilişkisi varsa da, bu ilişki organik bir bağ niteliğinde değil. Her barış derneği, ulusal bir kuruluş...
Sevgi Soysal’ın, 12 Mart dönemlerini yansıtan öykülerinden birinin adı, "Barış Adlı Çocuk”tu. Bugün binlerce çocuk var "Barış” adında. Gülüp oynaşıyorlar...
27 Kasım 1985, Cumhuriyet