Geçtiğimiz Ağustosta, Dikili Şenlikleri sırasıydı; Dikili'de Perla Oteli’nde, söyleşiyorduk. Cumhuriyette o gün, "Evliliğin aşkı ördürdüğü" yolunda bir haber vardı. Bahri Savcı ile eşi Sudiş de var, oturuyorlar.
Siz ne diyorsunuz? diye sordum; evlilik aşkı öldürür mü, öldürmez mı? Bence öldürür! diye ekledim. Sudiş:
Aldoğan yok da konuşuyorsun! dedi. Aldoğan gelsin görürüz!
Siz ne diyorsunuz Bahri Bey, evlilik aşkı öldürür mü, öldürmez mi?
Ben bu konuda görüş bildiremem kardeşim, çünkü ben esirim! (Kahkahalar) Sudiş:
Bahri, Ören'e gideceğiz nasıl olsa!
Bahri Savcı, dünya tatlısı bir adamdır. Bu yaz, Ören'de uzun kaldılar Savcılar. Bu yaşam pahalılığında Bahri Bey, İstanbul yerine Ören de oturmayı yeğliyordu. 12 Eylül'de 1402’lik olmuş, Danıştay’a başvurmayı gereksiz görmüştü. 1402’lik olup, üniversiteden uzaklaştırılınca, kimi "YÖK profesörleri" Hoca'dan selamı sabahı kesmişlerdi. Kimileri onu görünce, yampiri yampiri giderlerdi! Bahri Bey, olanları görmezden gelir, yürür giderdi. Bahri Savcı, onurlu, gerçek bilim adamıydı. Onu görünce yan çizenlerse sadece "YÖK Profesörü'ydüler. Bilim adamlığıyla uzaktan yakından bir ilgileri yoktu. Karşılaştıklarınıza sorun, "12 Eylül de neredeydiniz?” diye, ekleyin: "Ne yaptınız 12 Eylül'de?"
Bahri Savcı'yı Ankara'dan telefonla aradım, uyuyordu, sağlığını denetimde tutmaya çalışıyordu. Yeniden aradım. Sudiş uyandırdı bu kez. Prof. Bahri Savcı, daha ben konuşmadan takıldı:
Burada ne arıyorsun?
Orada değilim, Ankara'dayım!
Orada ne arıyorsun? Almanya dar mı geldi? (Kahkahalar) Ha, Almanya dar mı geldi?
Duyduğuma göre, siz kendinize Bahri Savcı süsü verip dolaşıyormuşsunuz!
Öyle, öyle. Doktorları geziyorum!
Neyiniz var?
Burhaniye'de bir hastane var amma, bizim hastalıklarımız, daha mu'dil (karmakarışık), onun için buraya gelince, bir gözden geçirtirim her yaz. Kalbimi, o pilli kalbimi, gözlerimi. kulağımı gözden geçirtirim. Böyle bir şey var.
Bu kez aşk üzerine düşüncelerinizi sormayacağım. Ben burada yoktum. Çağdaş Türk Dili Dergisi’nin Ekim sayısını yeni okudum. Orada. Türk Dil ve Tarih Kurumları'nın yeniden yaşama geçirilmesi konusunu işliyorsunuz. İzninizle, o yazınızdan yararlanmak istiyorum, bir.
Olur canım, al.
İkincisi, savunman Atilla Sav diyor ki, "Anayasa değişikliği olmadan, bir yasayla, değişiklik yapılabilir ve TDK ile TTK 12 Eylül öncesindeki durumlarına döndürülebilir" diyor. buna katılır mısınız?
Katılırım. Bak. şöyle: Devlet 12 Eylül’den sonra bir müessese kurdu. O durur. Onun kalkması, ona yeni bir biçim verilmesi, ayrıca bir Anayasa değişikliği ister. "Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu" durur yerinde. İstediği kaynakları yasa ile sağlar. Ama. Türk Dil Kurumu ile Tarih Kurumu’na ait olan parayı, Atatürk'ün vasiyeti gereğince, harfi harfine yerme getirir, geri verir, bir yasayla: alelade bir yasayla.
Anladım.
Alelade bir yabayla, onları geri verir. Geri verince Türk Dil Kurumu ile Tarih Kurumu’nun son yönetim kurulları da, kendi aralarında sağ olanlar toplanırlar; yeniden ihya ederler (canlandırırlar) derneklerini. Onun için, Atatürk'ün kurduğu Dil ve Tarih Kurumlan, bir yandan Dernekler Yasası’na göre, bir varlık olarak devam ederler, çalışırlar, binalarını alabilirler. Devlet kendi kuruluşunu istediği yere kurar, bu da ayni konularda yine çalışabilir. Yazıda da söylediğim budur.
Anayasa Profesörü Bahri Savcı. "Dil Derneği"nin yayın organı "Çağdaş Türk Dili" dergisinin Ekim sayısında çıkan yazısının sonunda. 1962 Anayasası’na konan hükümle ilgili olarak özetle şöyle diyor:
"Bu konuda önce şunu saptamalıyız ve vicdanlarımıza kazıyıp hiç unutmamalıyız: 134/2, Atatürk vasiyetini açıkça bozmuştur. Vasiyetin iki kuruma sağladığı malsal yararları, iki kurumun elinden zorla almıştır, bir başka kuruma da, kendisini bir vasiyet hakkı olmayan bu avantayı, büyük bir memnunlukla kabul etmiştir. 'Ben onu bilmem, bana bir tahsis vardır, ben onu kullanırım diyemez. Bir darbe densiz şeyler yapabilir. Fakat, hukukun, her zaman için geçerli moral bağlan, her dönemde, her dönemin her koşulunda, bütün vicdanları bağlamasını sürdürür Bilimsel ve vicdan- sal algılarımız, şu irdeleme ile bağlıdır:
12 Eylül hukukunun, iki kurum üzerindeki eylemi, iki kurumun yaşamına, açıkça bir kasıttır.
'Birey'in, kitlelerin yaşamlarının kutsal olduğu kadar, sivil toplumun da demokrasinin kurumlarının da yaşamları kutsaldır.
12 Eylül hukuku, bu kutsallığa aldırmadığı gibi, hem mülkiyet hukukunu, hem vasiyet hukukunu bozmuştur.
Eski Hammurabi yasalarınca, modern hukukun kaynağı olan eski Roma hukukunca ve İslam hukukunca, ‘vasiyet- mülkiyet’ kombinezonu, dokunulmazdır. Roma hukukunun bu niteliğini bilmeyenler, hukuk fakültelerinde sınıfta kalırlar.
İslam, Cahiliye döneminin gasp-yağma karmaşası yerine, bir hukuk düzeni getirirken, bu 'vasiyet-mülkiyet' kombinezonunu. kutsal olarak dokunulmaz kılmıştır.
Yaşayan bir insan, yasalar, çindeki kişi istenci ile mülkiyetine yon verebilir, onu koruyabilir. Ama ölü bir kimse, böyle bir yön verme-koruma istenci gösteremez. Fakat, vasiyet yoluyla, mülkiyetine öyle bir ‘cihet-i tahsis' göç verir ki, artık devlet düzeni bile ona saygı göstermek zorunda kalır. Bir ölünün istenci, devleti de bağlar...
İşte diyoruz ki, bu haksızlığı, bu adaletsizliği düzeltmek üzere ve böylece, bu 'çiğnemişlik’i, Türkiye'nin ayıbı olmaktan kurtarmak için, Koalisyon üzerine düşeni yapmakta geç kalmıyor mu?.."
22 Kasım 1992, Cumhuriyet