Babası Kılıklı…

Dün 27 Mayıstı. Sabah erken kalktım, beş buçukta. Traş oldum. Evden çıktığımda saat yediye geliyordu. İlk otobüslerden biri olmalı, yetişip bindim. Bir yolcu, gözlerini uğuşturuyordu. Kendi kendime söyleniyordum:
- Bugün 27 Mayıs ha?
Osman Köksal'ın evini aramak geçti içimden, öleli, evini bir kez olsun arayamamıştım. Geçenlerde kızı Serpil’i gördüm, selamladım. Osman Bey geldi usuma, içim burkuldu.
Erken erken, oturup ”Ankara Notları”nı yazıyorum, doğruca telekste. Müsvette yapmadan. Buna alıştım, müsvette yaparsam, yazdıklarımı düzeltirsem, başka bir yazı oluyor o...
Yirmi üç yıl önce, böyle bir sabah, şapkamı göğe fırlatmıştım...
- Heheeeyyy! Devrim oldu, kurtuuldukl
26 Mayıs akşamı gazetede, o zaman çalıştığım Vatan'da, nöbetçiydim. Sağa sola soruyordum. çokluk politikacılara:
- Efendim, ne düşünüyorsunuz? Bu durumdan nasıl çıkılır?
Hiç unutmam, Osman Bölükbaşı:
- Seçime gitmek gerekir! diyordu. Başka çıkış yolu yok...
27 Mayıs sabahı, daha önce konuştuklarıma soruyordum:
- Devrim oldu, ne diyorsunuz?
- Ben sana söylemedim mi? diyordu çoğu, hiçbiri söylememişti!.
Mahmut Tali Öngören de, radyoda nöbetçiymiş o aksam. Hatta, Türkiye’ye gelen yabancı gazetecilere, radyoda bir de kokteyl verilmiş akşamüstü. Türkiye'de birşeyler olacağını sezmişler ki yabancı gazeteciler, Ankara'ya akın etmişler...
Bir “Ankara Notları”nda daha anlatmıştım: 23 yıl önce 27 Mayıs sabahı, gazeteye gitmedim, Büronun şefi Erol Ülgen:
- Bütün arkadaşlar toplandı, kimi İsmet Paşa'nın evinin önüne gitti. Nerede kaldın gel! diyordu...
- Gelemiyorum, sokaktaki askerler bırakmıyorlar!
- Canım, gazeteciyim de, kartını gösteriver.
- Söylüyorum, «yasak!» diyorlar; hem ben, gazeteciliği de bırakmak istiyorum. Artık, devrim oldu; gazeteciye de gereksinim yok!
- Deli misin sen? Asıl bundan sonra, gazetecilik yapacağız, özgürlük içinde. 27 Mayısı İzleyeceğiz. savunacağız'..
Direttim, gitmedim işe. Bir otelde yatıp kalkıyordum. Yeni Sanayi Çarşısı'nda. «Yuva» otelinde. On beş gün sonra, param da bitti: Telefon ettim:
- Erol, ben geliyorum gazeteye!.
İstifamı kabul etmemişler, on beş gün izinli saymışlar. Fırtına gibi çalışmaya başladık...
Başbakanlık önünde, Gürsel'in çıkmasını bekliyorduk bir gün. Gürsel ya Fahri Özdilek’e ya da Sıtkı Ulay'a şöyle demiş:
- Şimdi dışarıda gazeteciler bekliyorlar; biri çıksa da, «Paşam bu ihtilali niye yaptınız?» diye sorsa, ben de anlatsam...
Nereden bilelim Paşa'nın böyle bir soru beklediğini? çıktı, hiç bir şey sormamıştık:
Çocuklar, bir sorusu olan yok mu?
—Yok Paşam!.
12 Mart dönemi. Prof. Erdal İnönü ODTÜ Rektörü. Yurtların boşaltılması kararlaştırılmış. Erdal İnönü, öğrencilerin yurtları boşaltması için, işin başında...
- Herkes odalarını boşaltacak!
ODTÜ'de demokrat bir hava vardı. Bir öğrenci, bağırır:
— Bizim Pembe Köşkü yok babamızın, nereye gideceğiz? Erdal İnönü yanıt verir:
- Memleketinize gidersiniz?
- Paramız yok!
~ Muhasebeye emir verildi, isteyene beşer yüzer yol parası verilecek...
Kimsenin burnu kanamadan yurtlar boşaltılır...
Evren’le görüşmeleri sırasında. Evren önem veren (iltifat eden) bir biçimde konuşmuştu…
Oluşturacağı, daha doğrusu oluşturmaya çalıştığı, partinin kurucuları, simgesi, üzerinde titiz mi, titiz durmaktaydı Erdal İnönü. (SDP) olmayacaktı adı. Bu harfler, 12 Eylül öncesi bir sosyalist partinin adının baş harfleriydi...
- Canım, Almanya'da da var Sosyal Demokrat Parti; ne çıkar yani? diyenler yok değildi...
- Milli Egemenlik Partisi nasıl?
Partinin, alışılmış sözcükle, «amblem»i, simgesi ne olacaktı? Güvercin, ı-ıhh! Simgede başak bulunabilir, bir de belki kırlangıç...
Erdal İnönü'nün titizliği, kısa sürede göze çarptı. Bir bayan şöyle dedi:
- Babası kılıklı...