Aziz Nesin solakmış...

Mengü Ertel, Muhsin Ertuğrul'dan dinlemiş olayı, şöyle :
Hamdullah Suphi Tanrıöver, Muhsin Erluğrul'a:
Bu akşam, demiş. Atatürk oyununuzu izlemeye gelecek tiyatroya, haberin olsun...
Muhsin Ertuğrul:
Perde saat 20.00'de açılır, demiş, haberiniz olsun... ayrılmışlar.
Oyun saati yaklaşmış, beş dakika var, daha ortada ne Atatürk var, ne bir şey. Muhsin bey, beş dakika kala birinci, gongu vurdurmuş. Üç dakika kala ikinci gong, birkaç saniye kala da üçüncü ve son gong.
Perde acilmiş, Muhsin bey oyun gereği, bir yatağın başında oturmuş, başını elleri arasına almış, karşıya bakıyor, gerçekte, onur locasına bakıyor. Atatürk geldi mi, gelmedi mi? O saniyelerde localar kapanıyor, onur locasının da kapandığını fark ediyor. Söyle diyor Muhsin Ertuğrul, Mengü Ertel'e:
O zaman içimden deriiiin bir oh çektim...
Atatürk gecikseydi, perde açılacaktı, bunda kuşku yok. Muhsin Ertuğrul, hem saygılı, hem korkusuz; sanatçı yapısı bu.
Bir başka olayı da yine Mengü Ertel anlatı. Muhsin Ertuğrul'un altmışıncı sanat yılıyla ilgili hazırlıklar yapılıyormuş. Çalışmaları yapanlar, Mengü, Şakir Eczacıbaşı bu arada Muammer Karaca da var. Mengü ile Eczacıbaşı, Karaca'ya anılar anlattırıyor çalışırken soruyorlar:
Atatürk'le yakın tanıştın mı?
Tabii, diyor Karaca, anlatıyor: Bir gün Bursa'da turnedeyiz, akşam oyun oynarken "Mustafa Kemal gelicek” dediler. Çelikpalas'taymış arkadaşlarıyla, bizim Bursa'da olduğumuzu öğrenince "haydi Muammer"e gidelim," demişler. Biz birinci perdeyi oynamışız, ikinci perde dekorların kurmuşuz. Mustafa Kemal, arkadaşlarıyla geldi, birinci sıra zaten boşaltılmıştı, onlar için. İkinci perde dekorlarını söküp, yeniden hazırlamak çok güç oldu, anlatamam..
Bu arada Şakir Eczacıbaşı sorar.
— İkinci perde yerine siz, birinci perdeyi mı oynadınız?
Evet!
Ama, nasıl olur? Orada ilk perdeyi izleyen halk bir daha mı izledi?
Muammer Karaca, Şakir Eczacıbaşı'na iri gözlerini açarak bakar.
Gelen kim biliyor musun? Mustafa Kemal! Hani siz Atatürk dersiniz, Mus-ta-fa Ke-mal! Ohhoooo, hâlâ anlamıyor yav! Bugünün gençleri de gerçekten kavrayamıyorlar...
Muammer Karaca'nın oyunlarına giderdim, gülerdim de. Salon kahkahadan kırılırdı, iğnelemediği yoktu, kendini de iğnelerdi. Ama, o kadar işte 1960 öncesinde, DP ocağında mı Vatan Cephesi’nde mi başkan olunca, gözümden düştü. Söz oyunlarına, esprilerine bile gülemez olmuştum…
Atatürk sanatçıya nasıl değer vermiştir.
"Her şey olabilirsiniz ama, sanatçı olamazsınız." sözünü söylediğinde, sanatçılarımızı nasıl gönendirmiş, yüceltmiştir...
Mehmet Güler'in Urart'taki Sergisini Müşerref Hekimoğlu da yazdı dün, günlerdir Mehmet Güler'leyim gibi bir şey. Mehmet Güler, Almanya'da yaşamım sürdüren ressamlarımızdan. Burada Gazi Eğitim de asistanken, burs alıp Almanya'ya gider, dönüşte eski görevine almazlar, bir yıl bekletirler. Okuturlar. O da, kalkıp Almanya'lara gider, orada öğreniminin üstüne bir de akademi bitirir. Ressamlığını sürdürür. Eşi ilkokul öğretmeni Meryem Güler, kızı Günseli on yaşında, oğlu Ergin üç buçuk yaşında.
Başka bir işim yok, yalnız resimle yaşıyorum. Sürekli sergilerim oluyor. Yirmi yedi galeriyle iş yapıyorum. Orada ülkemin bir sanat elçisiyim! diyor...ekliyor:
Yurt dışında büyük görevimiz var; Almanya da Türk deyince, Almanın usuna, sokakta bağıra bağıra konuşan, küfreden insan tipi geliyor. Oysa sanatçılar, aydınlar da var. Bunu duyunca şaşırıyorlar:
Siz Almanya'da mı okuyup, yetiştiniz? diye soruyorlar.
Yoooo diyorum, kendi ülkemde yetiştim!
Bize sırtını dönüyor dünya, görmek isteniyor. Onlara sanat etkinliğimizi göstermemiz gerek. Örneğin, "Anadolu Uygarlıkları Sergisi'ni istiyorlar. Almanya'dan, bürokratik engellerle yollanamıyor. Adamlar, yapıtları sigorta edelim "Ne kadar?" diye mi soruyorlar; "şu kadar milyon" diyeceklerine "paha biçilemez!" diye karşılık veriyorlar.
Mehmet Güler, bu yıl Sedat Simavi Ödülünü de, bir ressamla ortaklaşa kazandı. Onun resimlerinde kadın konusuna yaklaşımım pek sevdim. Bir başka "Ankara Notları'nda duracağım bunun üzerinde. O, "Resim bir el yazısıdır” diyor. Karşılık verdim:
Yazı dediniz, yani ben de resim yapabilir miyim?
Elbette, zaten sizin yazılarınız bir resim! dedi. Demek, resim de yapıyormuşum da haberim yokmuş.
Mehmet Güler, bir "deyiş biçimi" yani "üslup" demek istedi galiba.
Danışma Meclisi 1 aralıkta son toplantısını yaptı. Meclise uğradım, saat 14.00'te konuşmalar şıpınişi bitirilmişti. Sadi Irmak'ın imzasını taşıyan plaketler veriliyordu sayın üyelere. Üyeler adları okundukça, gelip plaketleri alıyorlardı ortadaki masadan. Kimi kulisteydi.
Danışma Meclisi'nin üç yılı bitti, birçok yasaları çıktı. Gönlümden gecen "Toprak Reformu Yasası gelecek meclislere kaldı", dediler.
Bu konuda hükümet gecikti, on beş gün kala gelen yasayı, Danışma Meclisi nasıl çıkaracaktı ki?
Ama, bu Atatürk'ün özlemiydi!
Saat 14.30'da Meclisten ayrıldım Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını TV'den izlerim, diyordum. Daha sonra da korteyi varmış. Kaçırdım diye üzülüyordum, oysa gazeteciler çağrılı değillermiş. Bazıları kapıdan dönmüşler; Danışma Meclisi süresince, gazetecilere kulisler de kapalıydı. Yeni meclis havasında, bu konuda kulis kapıları aralanmış gibi. Buna sevindim.
Aziz Nesin'in sağlık durumu iyiye gidiyormuş. Çok sevindim. Ayrıca öğrendim, solakmış da. Bu nedenle, konuşma güçlüğü çekmiyormuş. Solak olduğunu, "Böyle Gelmiş Böyle Gitmez "de anlatıyormuş. Belleğimde kalmamış. Eskiden vardı, okullarda solak öğrencileri eğiterek solaklığını gidermeye çalışırlardı. Kimi okur, Aziz Nesin'in sağ eliyle imza attığını söyledi. Demek, sonradan solaklığı gitmiş. Ancak, eğitilse de, beyinde konuşma merkezi solaklarda sola geçermiş.
Büyük ustanın sağlığına bir an önce kavuşmasını gönlümden diledim.