Çocukluğumda tiyatrocu olmak isterdim. Küçük yaşta, elimde uyduruk bir saz, dolaşırdım. Daha ilkokula gitmeden, kuzuları, koyunları neden okulun çevresinde güder, otlatırdım. Aylardan yazdı, okul bahçesine kurulan sahnede, bir oyunun provaları yapılıyordu, öğretmen İbrahim Cengiz, seslendi
Gel bekayım buraya.,.
Öğretmen, köylü kadını kılığına girmişti, köylü kadının başından geçenleri, “monologla” anlatıyordu. Şöyle dedi:
Perde açıldığı zaman, sen sahnede olacaksın, ben içeri girince:
Ana geldi! diye, benim boynuma sarılacaksın. Ben seni dizime yatıracağım. Sen başka bir şey söylemeyeceksin Tamam mı?
Tamam! dedim
Provalara gelmene gerek yok, temsil akşamı burada ol yeter!
Ama ben hemen her gün oradaydım. Temsil gecesi geldi, ben:
Ana geldi! diye bağırarak, kadın giysileri giymiş İbrahim Bey’i karşıladım. O beni dizine yatırdı. Bitlerimi de ayıklıyormuş gibi yaparak, monoloğuna başladı, izleyenler gülmekten kırılıyorlardı. Monologda, köyün dedikoduları, geçmiş, her şey vardı...
İlkokul beşinci sınıfa geldiğimde. İbrahim Cengiz, öğretmenimiz oldu. Beni, zeybek oynayanlara seçti “Çocuk vali”de de rol aldım. bir gün derste, bir soruyu bilemeyince İbrahim Hoca, tokatı patlattı:
Seninle her gün zeybek mi oynayacağız? dedi.
Sahneyi, derslerden çok sevmem, hocayı kızdırmıştı. Sonraları, lise sıralarında, sahneden inmiyordum. Biri şöyle demiş Konya’da:
Sahne, babasının evi gibi, öylesine rahat…
Oysa rahat değildim. Kalabalıklar, alkışlar ürkütürdü. Yüzüm kızarırdı. Tiyatrocu olamadım, ama tiyatroyu hep sevdim. Cuma akşamı Ankara'da Batı Sineması’nda Levent Kırca ile arkadaşlarının “İki Perde Azizlik” oyununu izledim. “Azizlik” Aziz Nesin'in bir bakıma yaşam öyküsü. İki de gülmece oyunu var. Koca salon tıklım tıklım, kalabalık gülmekten kınlıyor. Gözyaşlarını silenler var Gerçekte tümü kara gülmece. Müzik “Grup Çağrının; (Cem Akgün,Tevfik Tufan), dekor-giysi {Necati Akpınar, Sinan Bengier) ışık {İlhan Kömürcü). Oynayanlar: Levent Kırca, Oya Başar, Zeynep Tedü, Ferdi Akamur, Tekin Siper, Fatma Murat, Sinan Bengier, Mehmet Güney, Selim Gül.
* * *
Bu “Ankara Notları”nda, Prof. Sadun Aren'in BİLAR'ın “YÖK Seminerleri”nde yaptığı, YÖK’le ilgili konuşmasına değinecektim. Neden bilmem, Aziz Nesin ile Sadun Aren arasında, bir yakınlık, bir bağ kuruverdim. İki aydın kişinin, işledikleri konular da sorunlar da benziyordu Biri bilim adamı, öbürü bir sanat adamı İkisini bir arada düşünmek hoş Mete Tuncay bir gün:
Ekmekçi, sen de her şeyi beğenirsin! diye takılmıştı Aslında, her şeyi beğenmem, beğendiklerimi yazarım Sadun Aren’e “Hocam” diyen Server Tanilli’yi yazmadan edemem. Onun gibi çoğu Ankara Notları'nın konuğu oldular.
Sadun Bey, BİLAR öğrencilerine “Aydınlarla bilimin ülke kalkınmasındaki işlevi ve YÖK” konusunu anlattı. Çok özetle şunları söyledi:
“Eski dönemlerde çocuklar, ailelerinden basit bilgileri öğrenmişler, okul gerekmemiş Bilim ve teknoloji belli bir karmaşıklığa gelince üretim ile bilim uyuşmuş, sınıflı toplumla çakışmış. Sömürü olmayınca, esirleri öldürürlermiş. Sömürü olanağı doğunca, esir çalıştırılmış. Sömürü bir sistemdir. Yağmacılıktan farklıdır. İneği besleyeceksiniz ki ondan yararlanasınız. Sömürü işlerini yitirince iğrençleşir, yıkılmak zorunda kalır
YÖK’ün işlevleri sürüyor mu? Kapitalizmin ileri aşamasında şirket sahibinin işlevi pek kalmıyor!
YÖK’ün, sanayi-YÖK işbirliğinin anlamı ne? Eski dönemlerde bilim ve teknoloji karmaşık değildi. Karmaşıklaşınca gelişmiş-azgelişmiş farkları ortaya çıktı. Kesin tarih söylemek güç. 19. yüzyılın başlarında artık bilim önemli bir kurum olmaya başlamıştır. Yüksekokullar, medreseler, üniversiteler de o dönemlerde başlıyor. İkinci Dünya Savaşı'nda bilim ve teknolojide bir patlama oldu. Bilim ve teknoloji ayrı bir üretim öğesine dönüştü. Bilim ve teknoloji birçok hallerde birbirinden ayrılamıyor. Bilgisayan düşünenle, yapanı ayırmak zor. Biyolojide de hücre araştırmaları öyle. Hem düşünüyor hem deney yapıyor, aşıyı buluyor, falan.. Böyle böyle yeni bir toplum oluşuyor artık.
Bilim ve teknolojide ayni düzeye çıkamadıkça öbür ülkelerle ayni düzeye çıkamayız. Fark nicel değil, niteldir. Onlar, bizim üretemediğimizi de üretmektedirler. Biz o işi yapamıyoruz. Bu nitel fark, bilim ve teknoloji farkıdır. Bu farkı kapatmak da bilim adamı ve bilimsel kalalı yönetici yetiştirmekle olur. Radyasyon bize vız gelir' demek olmaz! Yalnız yöneticileri değil, aydınları kastediyorum; sağcı olsun, solcu olsun, bunun önemini bilip uygulamaya koymak gerek. Biz, bunun yüksekeğitim kurumlarıyla ilgiliyiz. Bu kurumlardan ne beklemeliyiz?
Bilim adamı yetiştirmesini bekliyoruz.
Konusunu bilen aydın insanı en geniş anlamda yetiştirmesini bekliyoruz (Yönetici ve öbür meslek adamları).
Bu iki görev bir bütündür. Bunlar ayrılamaz. Bilim adamı yetiştirmeyi amaçlamayan üniversite olmaz. Batının bilimini aktarmaya kalkmak, sadece aşçısız iyi bir lokantaya benzer. Allahsız, din filan gibi.. Bu olmazsa, toplum dünyada ikinci sınıf ülke durumuna düşer. Halbuki, aktarma yetmez, çünkü ipin ucu sizin elinizde değildir. Böyle üniversite iyi meslek adamı da yetiştiremez. Bilim adamı, ders verir de vermez de. Bunu önemle vurgulamak istiyorum. YÖK’e gelmeden önce, bir şey daha söylemek istiyorum: Temel koşul özgürlüktür. Her at koşar, ama yarış atı olamaz. Yarış atı da kaprisli olabilir öğrencilik döneminde (15-25 yaş bu!) Bu yaş, insanın önemli bir dönemidir. Aslında toplum özgür olmalı. Ama, üniversite daha çok özgür olmalıdır “Cambridge” üniversitesinde öğrenciler delibozuk işler yapabilir. Yine de bu özgürlük tanınmalıdır.
YÖK'e şimdi geliyorum: YOK, bilim adamı yetiştirmeyi amaçlamadığı için, 12 Eylül döneminin en zararlı kuruntudur. Orta karar adam yetiştirmeye yönelmesi zararlıdır. Bunu da tasfiyelerden çıkarıyorum. Hâlâ, üniversite konusunu bilen insanlar var. Ama, bilim yapma küstahlığını gösterenler ayıklandı. Bunlar disiplinli olamazlardı. YÖK’ün yaptıklarına bakalım, kaç kişi tasfiye edildi? Bağnaz, gerici bir siyasal görüşle uyguladı bunu.
YÖK’ün yapısı merkezi bir yapı. Üniversite, fakülte özerk değil. Kendi kendini yönetmiyor özerkliğin getirdiği özgürlük ortadan kalktı. Yukarıdan aşağıya özerk olmayan bir sistem kuruldu Siyasal iktidar etkili oldu. Böyle üniversite olmaz. Oysa, öğrenci de, öğretim üyesi de özgür kalmalıdırlar. Daha iyi yetişmenin koşulu budur. Özerk olunca, her şey özgür mü olur? Hayır, birçok tatsız tuzsuz işler de olur. Ama, olabileceğin en iyisi olur. Oysa, YÖK düzeni, dışarıdan fikir empozesine dayanıyor. Tepeden inmecilik yaratıcılığı ortadan kaldırır, üniversite özgür, yaratıcı kalabilmelidir. En önemli eleştiri, YÖK üniversitelerinin özerk olmamasıdır. Üniversitede bağnazlık da özgür olmalıdır. Bağnaz olan, bağnaz olmayanla isterse uğraşır. Bağnaz olmamak da bağnazlıktır bir bakıma. Bu da anarşi yaratmaz. Anarşi üniversitenin yapısından çıkmış değil. Liselerde de oldu. Bence bugün YÖK’ün özerk bir yapıya sahip olmaması temel sorundur. Atılanlar geri alınsa da, bu yapıdaki YÖK’e karşı olurum.
17 Mart 1987, Cumhuriyet