İstanbul'da Akademi Kitabevi’nde imza gününde görmüştüm Aysel Zehir'i. Kendinde değilmiş gibi boş gözlerle bakıyordu. 25 yaşındaydı, ama gören, iki yaşında bir çocuk sanırdı. Uzun süren açlık grevleri sonucu, belleğini yitirmişti. Konuşmuyor, susuyordu. Annesi, babası:
— Aysel'e pasaport verilmiyor. ne olur pasaportunun bir an önce verilmesine yardımcı olun! diyorlardı...
İçişleri Bakanlığı, “sakıncalı" görüyor, pasaport verilmesini, Aysel’in dışarıda iyileşebilmesi için yurtdışına çıkmasını engelliyordu. Aysel, pasaport alabilirse, yol parası da bulabilirse, yurtdışında işkence görenlerin iyileşmesi için açılmış sayrıevlerine gidebilecekti. İstanbul da İnsan Hakları Demeği, Aysel için bir "kampanya" başlatmıştı.
Aysel Zehir, açlık grevleri sonucu böyle oldu. Nerede olursa olsun, böyle açlık grevlerine karşı çıktığımı okurlar bilirler. Onun da bir çeşit "işkence" olduğunu düşünürüm de ondan. Ama şimdi ona pasaport vermeyerek, iyileşme olanağını engelleyerek yapılan da bir “işkence"dir. Onu bir "yaşayan ölü"durumunda yüzüstü bırakmak, işkencelerin en büyüğüdür.
Aysel cezaevlerine, tutukevlerine 17 yaşında düştü. 12 Eylül 1980’di. Lisenin son sınıfında okurken alınıp götürüldü. En acımasız işkencelerle. baskılarla karşı karşıyaydı. Açlık grevlerinde ölenler oldu. Ölenler bile, beylik açıklamalar sonucu gazetelerde haber olabildi.
Aysel Zehir, dört yıl dolayında verilen hapis cezasını çoktan çekmiş olduğundan salıverildi. Karar daha Yargıtay aşamasında. Davası da sürdüğü için olmalı. Başbakanlığın oluru olmadan yurtdışına çıkamıyor.
Zehir’in durumu SHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin'in soru önergesiyle, Meclise de yansıtıldı. Neden pasaportunun verilmediği İçişleri Bakanı’ndan soruldu.
Aysel Zehir’in bir arkadaşından mektup aldım. Aysel’in cezaevinde yatan arkadaşı B.K., Aysel'in başından geçenleri özetle şöyle anlatıyor:
"Sayın Ekmekçi,
Daha önce Yeni Gündem dergisinde Aysel'le ilgili ’ölsen de pasaport yok', geçen günlerde gazetenizde ‘Sakıncalıya pasaport engeli’ başlıklı haber yazılarını okudum. Bilindiği gibi, 1964 yılında İstanbul cezaevlerinde yaşadığımız baskı, dayak, işkence ve tek tip giysi uygulaması, hak gaspları vb. karşı nisan ayında başlayan 45 günlük açlık grevimiz yaşananları durduramayınca, süresiz açlık grevimiz, bugünden sonra ölüm orucuna dönüştü. Bunları, dört arkadaşımızın ölümü, Aysel'in de sakat kalmasıyla durdurabildik. Birçoğumuz da aylarca kanımız, canımız pahasına sürdürdüğümüz ölüm orucu direnişinin pek çok izlerini taşıyoruz.
Şimdi bizi ölüm orucu gibi çok ciddi bir eyleme başvurmaya iten koşulları anlatacak değilim. Genelde cezaevlerini, özelde de İstanbul cezaevlerinde yaşanalan sağır sultan dahi biliyor. Bugün her şey ortada Aysel, dışarıya çıkmasına dört ay gibi kısa bir zaman kalmasına rağmen yaşamı çekilmez bulup ölüme gönüllü olarak yatıyorsa, tutuklu ve hükümlülerin yaşadığı bu koşullar hakkında herkesin durup düşünmesi gerekir. Sayın Ekmekçi, kim İster gencecik yaşında aylarca aç kalarak ölmeyi? Onlarca arkadaş, aylarca aç kalarak ölmeye yattık. Neden? Her insanın yüz kez, bin kez düşünmesi gerekiri
Dün, tutukluları ölüme yatıracak kadar yaşamı çekilmez kılanlar, onlarca insanın sakat kalmasına, ölmesine neden olanlar, bugün yazgı arkadaşım Aysel'in tedavisinin önüne pasaport engelini çıkarıyorlar. Bu engelleri dün bize boyun eğdiremedikleri, işkencede diz çöktürmedikleri için Aysel'e pasaport engeli çıkarıverdiler. Bugün pasaport engeli ile onun öcünü alıyorlar. Daha dün, türkülerinden dolayı Ruhi Su'ya da pasaport engeli çıkarıp, ölümüne seyirci kalıp ellerini ovuşturmadılar mı?
Aysel'in açlığının 60. günlerinde, Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde ölümle pençeleşirken ‘Nasıl olursa olsun, o kızı öldürmeyin’ diye talimat veren Başbakan, bugün yurtdışında tedavi olmasını alıkoyuyor.
Aysel, defalarca gözaltına alındı, yoğun işkenceler gördü. Bir defasında bizden misafirlik dönüşünde gözaltına alındı, 40 gün işkence gördü. Sürdürdüğü tutsaklık yıllarında birkaç kez, diğer arkadaşlarıyla 30'lu günleri bulan açlık grevlerine gitmek zorunda bırakıldı. En son gittiğinde, bünyesi ancak 62 gün dayanabildi. Gün gün, saat saat, damla damla eriyiverdi açlıktan. Her saat, her dakika açlığına, açlık acısına, bir başka acı ve ıstırap eklenerek açlığını sürdürdü. Bir organının kendisine ‘ihanet’iyle ‘infilak’ edip yaşamının son bulmasını, ölmeyi çok isterdi. Bekliyordu açlığın inanılmaz bitkinliği ve karabasanlar içinde ölümü. Bir deri bir kemik halindeydi. Yatağı, faş ve diken yığını gibi her yanına batıveriyordu. Vücudunun muhtelif yerlerinde yaralar açılmış, çürümeler başlamıştı açlıktan. Derisi kemiklerini sarmaz olmuş, kırış kırış sarkıveriyordu. Adeta bir kemik külçesi halindeydi. Çürüyen vücudundan salgılanan kokulardan kurtulmak için kolonyaya sığınıyordu. Bütün bu acı ve çileye, çok değer verdiği, ölüme gidebilecek kadar sevdası yaptığı, insanlığın yüce erdemleri ve onuru için katlanıyordu.
Aysel'in bünyesi hızlı çöküş sürecindeydi. Midesi suyu da kabul etmiyordu. Sırtında acı bir yanma, göğsünde sızı, beyninde korkunç bir ağırlık; gözleri hiçbir nesneyi seçemiyordu. Bize yazamıyor, haber gönderemiyordu. Konuşmakta zorlanıyordu. Zifiri bir karanlık içinde, ürkütücü karabasanlarla rüya aleminde yaşıyordu Dış etlen çekilmiş, dişleri sallanır durumda, tahammülü güç bir ağız kokusu içinde, her an ölümün kendisini bulmasını bekliyordu. Arıyor ölümü, ‘çile bitsin’ diyor; bu ölüm kurşunla, yağlı ilmikle, trafik kazasından gelen ani ölümlere benzemiyor. İple çeker gibi ölümü ivedi olarak istiyor, arzuluyor. Fakat olmuyor. Bilinçaltı içgüdüsel istem ve arzularına karşı koyuşu gerçekleştirebilmek için sesli düşünüyor: ‘Yemeyeceğim, içmeyeceğim, istemiyorum, hayır olmaz! Kabul etmiyorum. Dursun şu vahşet! İnsanca yaşamak istiyoruz biz!’ diye mırıldanıyor Aysel. Çektiği açlığı, içinde taşıdığı coşkun ruh haliyle bastırıyor. Gözlerinin önünde, masaya dizilmiş tatmayacağı, yemeyeceği yiyeceklerin kokusu midesini bulandırıyor. Hıçkırıyor, hıçkırdıkça kan geliyor ağzından. Kemik külçesi vücudu yatağına uzanmış durumda ölümü bekliyor. Gözleri çukura kaymış, feri kalmamıştı. Göremiyor, işitemiyor. Saçları dökülmeye başlamıştı. Bütün duyuları körelmişti...
Aysel, açlığı süresince kendisini gönüllü olarak ölüme yatmaya iten koşulların yaratıcılarına karşı öfkesini dizginlemedi. Gücünü, uzun soluklu oluşunu, insanlığın yüce erdemlerinden, inancından, düşünce ve kanaatinden; işkence yapan ve yaptıranlara duyduğu nefretten alıyordu. Onların sinsi nezaket tuzaklarını görür, güler geçerdi. Onun için cezaevinde işkenceciler onu, boy hedefi seçmişlerdi. 'İnsanlık onuru işkenceyi yenecektir’ sloganını her fırsatta yüzlerine haykırıyordu. Kendi içinde hiç umutsuzlukla tanışmadı. Beyin hücrelerindeki bazı işlevler son bulunca düşünce, inanç ve kanaatlerinden kaynaklanan, boyun eğmeyen iradesini, o ana dek beyninin emrine verebilmesini başardı. Bedeni açlıktan eriyip biterken, baskı, dayak, işkence ve ortaçağ zulmüne karşı işkenceciye inat ölüm durağına doğru koşuverdi. İşkenceye karşı bir bayrak yarışına katılmıştı. Yiğit dört can kardeşini, yoldaşını yitirdi. Onuru için, değer yargıları için katlandı buna. Aysel'in damarlarında bitmek üzere olan kan, artık beyin hücrelerini besleyemiyor, bilincini yitiriyordu. Bitkin mi bitkin, kemik yığını vücudunun inilti şeklindeki ince ve kısık sesiyle çıkan sözcükleri, hastane duvarlarını aşarak yakınlarında ve arkadaşlarında gözyaşı oldu, hıçkırık oldu. 'Gün gelecek, us alabildiğine gelişecek, işkenceler karşısında yürekler birer dağ oluverecek, işkence yapanlardan, yaptıranlardan hesap sorulacak’ diye düşündü. İnsanlığın kalbinin, kendi kalbinde gürleyerek işkenceye karşı duyulan sessizliğin son bulacağını biliyordu. Kardeşliğin, inanç tohumlarının mutlaka bir gün işkenceye dur' diyeceğine inanıyordu...”
4 Şubat 1988, Cumhuriyet