Aydın Çubukçuyla Söyleşi: (8) “Nereye Gideceğim?..”

Aydın Çubukçu’yla söyleşinin sonuna geldim. Bu yazılar için belki “uzadı" diyenler olmuştur. 19 yıl 4 gün, özgürlüklerinden yoksun yaşamış bir kişi için, bence çok kısa bile oldu. Aydın Çubukçu, gerçekte konuşmak istememiş, beni kıramadığı için, bir şey diyememiş. Konuşmamızın sonuna gelirken:
Yemeği birlikte yiyelim! dedim.
Kalmayayım artık, sana yük olmayayım! dedi.
Yük olmazsın. Bak, sana içki vereyim!
İçki içmem! dedi. Ayık insan göremedim dışarıda. Ne kadar çok içiliyor?
Daha önce içmiyor muydun, sen girmeden?
Az içerdim, normal. Arada bir, bir şeyler içerdik. Şimdi istemiyorum. Herkes sarhoş geziyor çünkü. Arada birkaç kişi ayık kalsın! (Kahkahalar)
Cezaevinde içki sorunu nasıl çözümleniyor?
Arada bir, yılbaşında çeşitli zamanlarda efkâr dağıtmak için içerler. Herkes değil. Bazı uzmanları var tabii onun. Onlar yapar, birer bardak falan işte, içerler.
Özgürlüğü nasıl tanımlarsın, şimdi, böyle çıkınca?
Ben daha çıktığımı hissedemiyorum, önce, bir askerlik baskısı var üzerimde. O olmadan, onu çözmeden tahliye falan oldum saymıyorum kendimi, sayamıyorum. Şunları yadırgamıyorum; örneğin evden çıktım, buraya kadar yürüyerek geldim. Yolda yürüyebiliyorum! Yani, yeni bir şey yapıyormuşum duygusuna da kapılmıyorum. Cezaevinden çıktım; zaten bir aksilik oldu; askerlik şubesinin önüne beni bıraktılar. Şubede birtakım olaylar falan olmuştu işte; kovaladılar abimi, Ertuğrul'u (Kürkçü) falan. “Gazeteciler gelmiş, 'garnizon'un içine girmiş!" diye bir vaveyla koptu!
Nerede, ne zaman?
Tahliye olduğum gün, Gaziantep’te. Şimdi benimle birlikte, cezaevinden izleyip askerlik şubesine geldiler. Oradan beni bırakacaklar. İstanbul’dan gelen arkadaşlar, basın kartı falan göstermişler, garnizonun içine kadar girdiler, fotoğrafımı falan çektiler. "Demokrat" dergisinden arkadaşlar vardı; birden vali, emniyet müdürü telan uyarılmışlar, “Garnizon içinde gazeteciler var!" diye. Komutan geldi, bağırdı, çağırdı, bunları kovaladı; boşalttı, asayişi sağladı. Benim için de “Takın kelepçeyi buna!” dedi, kelepçeyi taktırdı yeniden, “Nezarete!" dedi. Garnizon nezaretine gönderiyor. "Yarın saat dokuzdan önce hiçbir işlem yapmam!” dedi. “Bırakmam seni!” dedi.
Günlerden ne?
Pazar! Normal, yapılabilir bir şey. Arkadaşları kovaladılar, onlar gitti. Neyse, on beş dakika sonra, beni yeniden içeri soktular. Bir asteğmen geldi: “Özür dilerim, dedi, bir yanlış anlama oldu, sizi serbest bırakıyoruz.” Bıraktılar beni kapının önüne! Gaziantep'i hiç bilmem. Nereye gideceğimi hiç bilmiyorum...
Eeee...
Onları, arkadaşlarımı, ağabeyimi nerede bulabileceğimi bilmiyorum. Dolaşmaya başladım, ama bir yandan da kendime diyorum, “Ulan bayağı normal gidiyorsun ha! Yani, şaşırmadın sokaklarda!” Bir adres olsa, pekâlâ gidebileceğim. Neyse, üç-dört saat sonra, telefonlar, otellere girip çıkmalar, bilmem ne derken, onları buldum. Buldum ama, diyeceğim şu: Orda şaşırmadım. Yanlış bir şey yapmadım (gülüşmeler).
Ben ne yapıyorum biliyor musun? Avrupa'da filan kayboluyorum (gülüşmeler). Rahat yani, Gaziantep'te de yitebilirim!
Ama işte, her kentin planı, Anadolu kentinin planı aşağı yukarı aynıdır. Bir istasyon caddesi, bir hükümet alanı, ordan dağılan sokaklar. “Hükümet alanını bulursam,” dedim, Antep'i çözerim. Buldum ve çözdüm! Daha önce hiç gitmemiştim Gaziantep'e. "Ama mutlaka bir hükümet alanı vardır” diyorum. Orayı bulduktan sonra, düğüm noktasını çözdüm. Ama şunda şaşırıyorum şimdi; yapamadığım işler, bir yerde otururken “Ben buradan çıkar giderim, bana kimse karışamaz!" dendiği anda, bir havalanıyorum, artık oturamıyorum orada. 19 yıl hapis yatmışım. Bir yere gidemiyorum, ama beni burada tutan ne? Şu odadan ben, istediğim an çıkar giderim değil mİ?
Tamam!
Kimse karışamaz! Bu çok güzel bir duygu ve hemen kullanmak istiyorum bunu. Evde de başıma geliyor. Kalkayım gideyim! Ama nereye gideceğim? Ne iş yapacağım? Bir işim olsa, onlar işte; bu duygunun verdiği, bunu kullanma hakkını elde ettiğimin gerçekleştiğini görmem, benim tahliye olduğum anlamına geliyor. Şimdi, buradan gidebilirim, ama nereye gideceğim? Ya annemin yanına gideceğim ya ağabeyimin yanına, eczanesine gideceğim. Bilmem, bu değil ki, yani, o tahliye olma, salıverilme duygusunu yakalayabilmek için yapacağım bir iş olması gerek. Bir şeyler yapıyor olmalıyım. Askerlikten sonraya kalıyor o da işte...
* * *
Aydın Çubukçu askere gitti. Yazılar sona ererken, gösterdiği güvenden dolayı teşekkür etmek istiyorum. İçeridekilere gelince, Nâzım’ın “Hapiste yatacak olana bazı öğütler”ini anımsatmak istiyorum. Şöyle:
"Dünyadan, memleketinden, insandan / umudun kesik değil diye / ipe çekilmeyip de / atılırsan içeriye, / yatarsan on yıl, on beş yıl / daha da yatacağından başka, / “Sallansaydım ipin ucunda bir bayrak gibi keşke” / demeyeceksin, / yaşamakta ayak direyeceksin.
Belki bahtiyarlık değildir artık, / boynunun borcudur fakat, / düşmana inat, / bir gün fazla yaşamak, / içerde bir tarafınla yapyalnız kalabilirsin, / kuyunun dibindeki taş gibi.
Fakat öbür tarafın / dünyanın kalabalığına / öylesine karışmalı ki, / sen ürpermelisin içerde, / dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.
İçerde mektup beklemek, / yanık türküler söylemek bir de, / bir de gözünü tavana dikip sabahlamak / tatlıdır, ama tehlikelidir.
Tıraştan tıraşa yüzüne bak, / unut yaşını, / koru kendini bitten, / bir de bahar akşamlarından; / bir de ekmeği / son lokmasına dek yemeyi / bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.
Bir de kim bilir, / sevdiğin kadın seni sevmez olur, / ufak bir iş deme, / yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir, / içerdeki adama.
İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena, / dağları, deryalar düşünmek iyi.
Durup dinlenmeden okumayı yazmayı / bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana, / bir de ayna dökmeyi.
Yani içerde on yıl, on beş yıl, / daha da fazlası hatta / geçirilmez değil, / geçirilir, / kararmasın yeter ki / sol memenin altındaki cevahir!”