Avrupa’nın Köylüleri...

Rona Aybay anlatmıştı fıkrayı, İsveç'te geçen olayla ilgili. İsveç'te bir gün otobüste bir adam, bir bayana yer verir. Kadın, teşekkür edip otururken, adama “Ben sizi bir yerden tanıyorum, ama nereden” gibisinden sorar. Adam, çok doğal karşılık verir:
Resmimi pulların üstünde filan görmüşsünüzdür. Ben bu ülkenin kralıyım da!
Fıkrayı daha önce de duymuştum, unutmuşum.
İsveç’ten gelip giden, İsveç Radyosu’ndan Arslan Mengüç’le ilk görüşmemizde, Olof Palme öldürülmüş değildi. Arslan Mengüç, İstanbul'daydı, daha İsveç'e dönmemişti. Arayıp, ona başsağlığı diledim, “Olaf Palme’nin öldürüldüğünü öğrendiğim zaman çok üzüldüm” dedi; “Hem İsveç’teki Türkler  adına, onların çocukları adına üzüldüm. Oradaki Türklerin durumu şimdi iki ucu pislikli değnek” diye ekledi.
İsveç’te olayların bir yabancı düşmanlığına dönüşmemesi için çaba gösteriliyormuş; Bakanların yakalarında "Yabancılara sataşma”  biçiminde kartlar varmış. Almanya'da olduğu gibi, bir yabancı düşmanlığının yaygınlaşması, İsveçlilerin insancıl geleneklerine aykırı da ondan.
Arslan Mengüç’le son olayı konuşuyoruz. Arslan Mengüç şöyle diyor:
“İsveçliler çok saf. ‘Avrupa'nın köylüsü' diyebileceğimiz saflıkları var. Terör olaylarından tamamen uzak yaşıyorlar. En son 1809’da savaş görmüş bir ülke. Dünyada olup biten terör, kaba güçle ilgili olayları değerlendiremiyorlar. ‘Olmaz bizde böyle şey!' diyorlar. İsveç, birçok eski teröristin İsveç'e gelip yerleşmesine göz yumdu ya da yardımcı oldu. Örneğin PKk’cılar geldi, Latin Amerikad’daki gerilla gruplarından kaçanlar; Angola’da bağımsızlık direnişi sürerken M.P.L.A.(Angola’daki Halk Kurtuluş Hareketi) eylemcileri, Mozambik'te Frelimo vardı, onlar; gelip sığındılar...
İsveç'in kapısını açmadığı, biraz da İsrail'in baskısıyla, Filistinlilerdi. Filistinlilerin ‘F'sini yurda sokmadı. Ama, onun dışında dünyanın her yeninden gelen, sığınık (mülteci) niteliğindeki kişiler, Türkiyeliler de çok sayıda olmak üzere, İsveç’e geldiler. İsveç, hiçbirine 'hayır’ demedi. İsveç'teki bu terör örgütleri de zaman zaman İsveç’e gözdağı veriyorlardı. İsveçlilerin yüzlerinin yumuşaklığından yararlanarak, ‘Biz burayı Lübnan gibi üs yapacağız!' diyorlardı. Buna da Olof Palme hükümeti, çok sert biçimde karşı çıktı. Örneğin, bir Yugoslav terörist ölesiye hapis cezasına çarptırıldı, adam hala hapiste. PKK’cılar var, PKK’cılar iki yönlü cinayet işlediler. PKK’cılara 'Siz burada kaldığınız sürece İsveç size kabir azabı gibi gelecek’ biçiminde sert bir tutum içine girip, 'Gidin buradan!' dediler. Eklediler: Ama size bir kez sığınma hakkı tanımışız, şimdilik kalabilirsiniz ama size göz yummayız...’
ASALA, birtakım girişimlere geçmek istedi, İsveç Emniyet Genel Müdürü, ASALA’ya uyarıda bulundu: ‘İsveç Ermeni hareketleri İçin bir sıçrama tahtası olamaz!' dedi. Bu demeç, gazetelerde manşet oldu. Bunun üzerine ASALA’nın İsveç'te hiçbir girişimi olmadı...
İsveç polisinin sürekli uyarıları, önerileri vardı, buna karşılık politikacılar, gazeteciler inanamıyorlardı: ‘Böyle şeyler olmaz!' diyorlardı. Olduğu zaman da bunu bir kez için yapılmış bir deli çılgınlığı biçiminde yorumlamaya çalışıyorlar, bk terör olayı sanmıyorlardı. Örneğin PKK’nın işlediği ikinci cinayet konusunda, İsveç basını hiçbir zaman ‘Yahu, insanlar birbirlerini İsveç sokaklarında öldürmesin!’ diye herhangi bir yorumda bulunmadı. Haberi salt cinayet haberi olarak verdiler. Ama teröre karşı bir tutum alıp karşı çıkmadılar. Gerekçe olarak da 'Biz bu konuları fazla bilmiyoruz. Bunların işlerine karışmak istemiyoruz' dediler. Bir gazetenin şef redaktörü, bunu bizzat bana söyledi. Ben dedim ki, ‘Sen Türkiye'deki terör olayları konusunda yazı yazabiliyorsun, dünyadaki başka olaylarla ilgili yorumlar yazabiliyorsun da, kendi memleketinde sokakta adam öldürüldüğü zaman niye bir şey yazmıyorsun?’ Bir şey demedi, 'Ben bu konuda kendimi yeteri kadar uzman hissetmiyorum' gibi bir şeyler söyledi. Ben de o zaman dedim ki: 'Sen, Yeni Zelanda'da, dünyanın her yerindeki olaylar konusunda uzman mıydın ki, o konularda yorumlar yapıyordun?' Yanıt vermedi. Konumuz orada bitti.
Özetlersem, İsveç polisinin çeşitli raporları, uyarları vardı. Fakat politikacılar, böyle bir şey olacağına inanmıyorlar, sanmıyorlardı. ‘Bu adamlara sığınma hakkı tanıdık, yaşama hakkı tanıdık, maddi olanaklar tanıyoruz, belli oranda kitap bastırmaları, kendi kültürlerini yaymak için; bizde böyle şey olmaz. Niye yapsınlar ki?' diyorlardı. Olmaz, denilen de oldu..."
Arslan Mengüç’le İsveç’teki Türkleri konuşmayı sürdürüyoruz. "Bizim aydınlarımızdan" diyor, “Demir Abi -Özlü- var, o roman yazıyor, İsveç İşçi Sendikaları Konfederasyonu, L.O.'da danışmanlık yapıyor: Maden-İş’in Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Aydın, bir metal işyerinde usta işçi. Belki de 12 Eylül sonrasında yurt dışına çıkanlar içinde en sağlıklısı o, Ekrem Aydın. Çünkü torna-tesviye ustası olarak çalışıyor. Altın bileziği var...”
Arslan Mengüç, bu yıl Kasım ayında bir kitap yayımlayacak. İsveç Radyosu'ndan verilen izlenceleri, izlenimlerini bu yapıtında toplayacak...
Olof Palme'nin sinemaya gittiği akşam, onu oradan çıkarken gören bir sendikacı, arkadaşına şöyle demiş:
Ne güzel ülke! Bak Başbakanımız yanında koruma polisi olmadan, eşiyle birlikte sinemaya gidebiliyor!
Bir çeşit Ağca daha çıkıp Olof Palme'yi öldürdü diye, insanlık “barış" düşüncesinden, özgürlükten, demokrasiden soğuyacak, ondan vazgeçecek değil.
Olof Palme’yi düşünürken, Orhan Apaydın usumda, belleğimdeydi. İkisini yan yana düşündüm. Orhan Apaydın da bir köylü gibi saftı. Bana, “köylü” derdi ya, kendisi de öyleydi. İstanbullu bir köylü. Herkes Orhan Apaydın’a Olof Palme'yle birlikte yandı; ölüm haberleri aynı gün gazetelerde çıktı, şaştı kaldı... Artık Orhan Apaydın'ın Kadıköy'de Feneryolu'nda, Alageyik Sokak’taki evinin önünden kolay geçemem! Bir davada, 'Ayşekadın Fasulye’ yazısından çıkarıldığımız davanın duruşmasında, Bülent Dikmener'le birlikte, savunmanımız Orhan Bey’in de bulunduğu fotoğrafa bakar dururum...
Çok kişi her gazetede, her yazıyı okumayabilir, kaçırabilir. “Sonra okurum" deyip bıraktığı, şöyle başlığına bakıp geçtiği yazılar vardır, bunlar doğal şeyler. Cumhuriyet'te, Samim Lütfü"nün 6 mart perşembe günü yayımlanan “Cinayeti Gördüm" başlıklı yazısını okumadıysanız okuyun. Samim, orada bir cinayeti anlatıyor, ağır ağır işlenen, yavaş çekimle gerçekleştirilmiş bir cinayeti!
Sonra oturup düşünün...