İlhan Selçuk anlatmıştı fıkraları; biri şöyle: Papazın biri ölüm döşeğindeymiş.
Bana imamı çağırın! demiş.
İmam gelmiş, sesi çıkmıyormuş, ama papazın çenesi oynamaya başlamış. O sırada, orada bulunan Bektaşi, hemen papazın ağzını kapamış.
Ne yaptın demişler, niye kapadın papazın ağzım?
Ben, demiş Bektaşi, kırk yıktır Müslümanım, bu şimdi bir “eşhedü en laiiahe illallah" diyecek, cennete gidecek. Yağma yok!
İkiinci fıkra da yine gâvur-Müslüman üzerine; o da şöyle:
Bektaşi ölüyormuş. Dini bütün Müslüman. O da, son soluğunu verirken, papazı çağırtmış. Merak edip sormuşlar:
Niye papazı çağırtıyorsun?
Bir Müslüman öleceğine, bir gâvur ölsün!
Artık, gâvur-Müslüman kalmadı, Müslüman Müslümanı öldürüyor. Görmüyor muyuz, Irak Müslümanları, Kuveyt Müslümanlarını topa tutuyorlar, kılıçtan geçiriyorlar. Bunlara bakıp, ‘'Müslümanlık birleştiricidir” denilebilir mi? Onların ipiyle kuyuya inilebilir mi? Mal ortada! Belli ki, ülkeler arasında her şeyi, barışı da savaşı da dostluğu da düşmanlığı da sağlayan çıkarlar. Bu çıkarlarda en küçük bir zedelenme oldu mu, ne din kalır, ne iman! Onlar birer boş sözden başka bir şey olmazlar. Prof. İlhan Arsal, biribirinden güzel yapıtlarından birinde, özede şöyle der
"...Türk'e insanlığının değerini öğreten ve daha doğrusu insan olma bilincini veren ilk insan Atatürk'tür. Meşrutiyet döneminin o göklere çıkarılan aydınlarının hiçbiri insan varlığını kul ve şeriatın ve kaderin kölesi olma kertesinden ileri bir değere layık görmemiştir. Oysa ki, Atatürk, "Kaza, kader ve tesadüf deyimleri Arapçadır... Türkleri ilgilendirmez" ya da; bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın varlığı ve sürekliliği mutlaka o milletin özgürlüğe, sahip olmasıyla kaimdir” diyerek ve derken de kişiyi (ve toplumu) akılcı kerteye yükselterek, insan hakları bilincine eriştirerek Türk'e yapılabilecek en büyük hizmeti yerine getirmiştir.
Bu değer ölçeğine kavuşabildiği içindir ki, Atatürk Türkiyesi 27 Mayıs (1960) ihtilalini yapabilmiştir. Bu ihtilal sadece dikta rejimine ve keyfiliğe özenen bir iktidara karşı değil fakat insan değeri bilincine yüz çeviren ve şeriatçılığa ve gericiliğe özenen bir zihniyete karşı direniştir. Diğer İslam ülkelerinde buna benzer bir girişim görülmemiştir. 1979 yılı başlarında İran'da oluşan ihtilal bile gerçek anlamda özgürlük ya da insan değeri adına yapılan bir ayaklanma değildir. İran ihtilali Şah’ın sömürüsüne, kötü yönetimine ve asıl hırsızlıklarına karşı tepkiden ibarettir ve din adamının kışkırtmalarıyla belirlenmiştir. Din adamının uğraşısı özgürlük hevesiyle değil fakat Şah döneminde yoksun kaldığı özel çıkarlarının yeniden elde edilmesi (Şah zamanında mollaların elindeki topraklar alınmış, bunların birçok ayrıcalıkları yok edilmişti), dinsel otoritenin ve her halükârda şeriat düzeninin yeniden yerleştirilmesi hevesine dayanmıştır.
İhtilali yapanlar, Şah’ın istibdadı yerine Humeyni'nin istibdadına teslim olmakta sakınca görmemişlerdir. Humeyni'nin yerleştirmek istediği İslam cumhuriyetinin insan varlığına ve haklarına, yer ve değer vermeyen bir rejim olduğunu düşünmemişlerdir. Nitekim ihtilali izleyen ilk günlerde şeriat hazırlıklarına girişilmesi, İslam adalet sisteminin yerleştirilmesi, İslam hukuk kurallarının (örneğin kadını ikinci sınıf yurttaş sayan, erkeğin kölesi yapan hükümlerin) benimsenmesi ve işlediğe geçirilmesi üzerine Şah'ın köleliğinden Humeyni'nin (daha doğrusu şeriatın) köleliğine sürüklendiklerini fark etmişlerdir...”
Din kardeşlerimiz Suudiler, hac görevini yerine getirirlerken, ölen yüzlerce yurttaşımızın, neden öldüklerini, açıklamamakta direnmekte, "takdir-i ilahi” edebiyatıyla, bir cinayeti kapatmak istemektedirler, ölülerin giysileri, paraları bile alınamamakta, ‘beytülmale’ (Suudi Kızılay'ına) yazılıp gitmektedir. Diyanet İşleri eski başkanlarından, eski Devlet Bakanı Lütfü Doğan, ölenler için dinsel törenin bile yapılmadığı sanısındadır. Böyle bir tören olsa. Dr. Lütfü Doğan'ın bilgisi olmaz mıydı? Çünkü o da, o sırada Mekke'deydi. TRT, Dr. Lütfü Doğan'ı üç kez ölüler arasında saydı. Lütfü Doğan'ın telefonları, açıklamaları boşuna oldu. O, TV’ye göre, bir kez ölmüştü, nereden çıkıyordu şimdi? Hortlamış mıydı ne? Yatsındı, yattığı yerde...
Türkiye'deki gericiler, olayı “takdr-i ilahi” ile açıklamayı sürdürdüler. Nasıl olsa, bu da unutulurdu! Buna da alışılırdı...
Türkçede bir söz var: “Atma Recep, din kardeşiyiz!” derler. Söyledim, din kardeşliği de bir işe yaramıyor. Din gücü, müezzinleri minareye bile çıkarmaya itmiyor da, ezanı aşağıdan, mikrofondan okuyorlar. Sabah sabah da, turistik yerlerde turistleri yataklarından fırlatıyorlar. Güçleri buna mı yetiyor ne? Bir de ‘gâvur’ uyanmış ne güzel!
Burhaniye'nin Ören'in de, Öğretmenler Mahallesi'nde, “Öğretmenlerin Sendikal Hakları ve Türkiye Milli Eğitiminin Dünü- Bugünü” konulu bir açıkoturuma katıldım. Eğitim-İş Genel Başkanı Niyazi Altunya, Talip Apaydın, Hamdi Konur, Halil Öncül ile İsmail Sarıoğlu da konuştular. Açıkoturumu yöneten, İsmail Hakkı Bayram, dinleyicileri, bir süre önce yanan Burhaniye-ören ormanları için bir dakikalık saygı duruşuna çağırdı. Herkes ayağa kalktı, ama ‘Ağaç için de saygı duruşu yapılır mı” diye mırıldananlar olmadı değil. 1910'larda Atatürk'ün arkadaşı İsmet Bey’e (İnönü) söylediklerini düşündüm:
Çabuk, bana bir din bul!
Ağaç dini. İbadeti de ağaç dikmek olsun! Yanan ören ormanlarını göreceğim...
9 Ağustos 1990, Cumhuriyet