Paris'te Pére-Lachaise gömütlüğünün önünden geçiyorduk, arkadaşım:
İşte burası Pere-Lachaise, dedi, Ünlüler gömütlüğü; Yılmaz Güney de burada yatıyor...
İçim bir tuhaf oldu. Bir süre konuşmadık. Yılmaz Güney'in eş Fatoş'u aradım Paris’te, izini buldum. Telefonu değişmişti. Bir arkadaşı, Fatoş’un Londra'da olduğunu, bir hafta sonra geleceğin söyledi. Ben çoktan dönmüş olacak, görüşemeyecektim. Yaşamı ile ilgili biraz bilgi alabildim. Yılmaz Güney’le ilgili bir filmin hazırlıkları yapılıyormuş. Fatoş, o işin başındaymış.
Fatoş’un Londra’ya niye gittiğini, Türkiye'ye dönüşte, “Hafta Sonu” gazetesinde çıkan bir haberden öğrenecektim. Fatoş Güney'in babası Abdülgani Süleymangil, Londra’da sayrıevinde iyileşememiş, ölmüştü. Cenazesi 4 Ocak 1987’de Altunizade Camii’sinde kılınan cenaze namazından sonra, Karacaahmet gömütlüğüne gömülmüştü. Fatoş’un babasının ölüm ilanında, Yılmaz Güney'e haber verilmemiş, “Birsen Süleymangil'in aziz eşi, Fatoş’un babası, Yılmaz'ın sevgili dedesi..” denilmekle yetinilmişti. Bunları “Hafta Sonu” gazetesinden öğreniyordum. Yılmaz Güney’in ölümünden sonra, yapayalnız kalan Fatoş’a en büyük destek, ana babasının Avrupa’ya onu görmeye gelişleriymiş. Abdülgani Süleymangil, Londra'da sayrıevinde yatarken de kızı Fatoş, torunu Yılmaz, onun başucundan ayrılmamışlar. Ancak Karacaahmet'te gömülürken, kızı da torunu da orada olamazlar. Bir onlar mı? Bunun örnekleri pek çok. Melike Demirağ da Orhan Silier de babalarının ölümününde bulunamadılar. Bunlar, benim usuma geliverenler.
***
12 ocak pazartesi günü, Atilla Arsoy'un Hacıbayram’dakı cenaze töreni nasıl da kabalalıktı. Atilla’nın “devrimci” pozda çekilmiş bir fotoğrafı, yakalardaydı. Ak sakallı bir adam, bana sordu:
Bu bıyıklı genç kimdi? Ne çok seveni varmış...
Bir arkadaşımızdı, yanıtını verdim, ilerici bir gençti...
Bir şey demedi, yürüdü. Hacıbayram’ın önü o gün iğne atsanız yere düşmezdi. Öylesine kalabalık. Bir insan, böyle sevilir miymiş? İstanbul'dan gelenler vardı. Şaban Yıldız İstanbul'dan gelmişti. Sadun Aren, Halit Çelenk, eşleri oradaydı. Atilla Arsoy, TRT’de uzun bir süre “programcı” olarak çalışmıştı, sonra kendi isteğiyle ayrılmıştı. Ölüm haberini TRT’de verdi. TRT'ci eski arkadaşları da gelmişlerdi.
Atilla Arsoy’un eşi Akay Arsoy da arkadaşımızdı. Uzun süredir, bir haber alamıyordum onlardan. Akay, 12 Eylül öncesi dönemlerde, çalışanlar adına Emekli Sandığı'na Yönetim Kurulu üyesi olarak seçilmiş, çalıştığı sürece onurla bu görevi sürdürmüştü...
Atilla Arsoy ile, ya bir cenazede ya bir toplantıda karşılaşırdık. Hep iyimserdi. Bunu birçok kişiden de dinledim:
Tamam abi, her şey düzelecek, iyiye gidecek! derdi.
Atilla Arsoy’la ilgili bir yazı yazmayı kurduğum sırada geldi emekli öğretmen Ali Çiçekli'nin mektubu. Mektup Atilla ile ilgiliydi. Şöyle diyordu özetle:
“Atilla’yı SBF öğrencisi, FKF yöneticilerinden olduğu günlerde tanıdım. Şişman 'piknik' tiplerin bütün sevimliliklerini kendine toplamıştı. Şimdi, hemen hepsi gözlerimin önünde, o günkü gibi canlanan arkadaşları (Salih, Kudret, Ali, Muharrem, v.b...) arasında her zaman şen, babacan, sevecen, gönül alıcı, yumuşak, hoşgörülü, birleştirici davranışlarıyla hemen göze çarpardı. Çok yakın arkadaşları, iri kıyım şişko yapısından, hiçbir zaman çıtkırıldım olmayan davranışlarından dolayı 'Ayı Atilla’; hatta 'Ayı' derlerdi yalnızca. Ama bu 'Ayı' sözcüğü Atilla için kullanılınca, yeryüzünün bütün sevimlilikleri, olanca canayakınlığı, arkadaşlarının katıksız sevgisi, kendisinin arı, duru içtenliği gibi, en güzel, en sıcak anlamlarla yüklü olurdu. O kaba saba görünüşün, babacan davranışların ardında eşsiz bir incelik, efendilik, duygulu ve duyarlı ince bir yürek vardı. Arkadaşları, büyükleri arasında ne çok sevilirdi!
Büyükler, yaşlı önderler arasında oluşan ayrılık, bölünme rüzgarları, gençleri önüne katıp sürüklediğinde, ünlü gençler, ordan oraya savrulurken Atilla, hep taş gibi yerinde kaldı. Çok konuşmazdı, geri alacak sözü de pek olmadı. Başından tutturduğu TİP çizgisini ölümüne dek inançla sürdürdü. Günahı ve sevabıyla partisine her zaman sahip çıktı, tartışmalarda kişilerden yana değil, partisinden yana oldu. Partili olmanın gereklerini, sorumluluğunu her şeyden önde her şeyin üstünde tuttu. Gerçekten örnek bir partiliydi.
Bilinen bölünmelerden sonra TİP’e karşı savaşım veren herkesin karşısında oldu. Bağnaz bir partici gibi göründüğü olmuştur. Fakat çoğunu yakından tanıdığı, sonradan yolları ayrılmış gençlere karşı düşmanca tavır almadı. Kan davası gütmedi. Yiğitlikler, özveriler, dürüstlükler önünde saygılı kaldı. Bu nitelikte gençlere uluorta saldıranlara karşı, hatta savundu onları. Vefa dendi mi, nesli tükenmiş insanlardandı. İnsan ilişkilerinde de örnekti.
Bireysel yaşamı, partisinin yaşamıyla koşut dalgalanmalar, sarsıntılar geçirdi. Hareketsizlik, onu gün gün daha da şişmanlattı. Görünüşünden umulmayan aşırı duyarlılığı, sık sık yüreğinde dalgalanmalara, fırtınalara, patlamalara neden oluyordu. Bu tür ruhsal durumlar, içmeye itiyordu onu. Fiziğine aldırmıyordu. Bedeni kendinin değilmiş, hatta düşmanmış gibi davranıyor, bedenine zulmediyordu. Kalp sayrılığı ortaya çıktıktan sonra da bırakmadı bu boşvermişliği. Artan kilolara, gerilen streslere dayanamadı yüreği, ara ara yineleyen krizlerden sonra duruverdi işte. Çok genç yaşta gitti. Türkiye'de 15-20 yıldır yaşanan olaylar olmasaydı, inanıyorum ki Atilla, daha uzun yıllar yaşayacaktı.
Türkiye'nin zamansız yitirdiği seçkin gençler arasına Atilla Arsoy da karıştı. Ne denli üzülsek azdır. Üzüntünün bu türlüsünü anlatmaya 'üzüntü' sözcüğü yetmiyor. Kucaklayıp öpüyorum Kal sağlıcakla... Ali Çiçekli “
Atilla Arsoy'un ölümü, düşünceleri yüzünden, cezaevlerinde, dışarıda olmadık acıları çeken gençlerin, aydınların durumlarını da düşündürdü...
20 Ocak 1987, Cumhuriyet