Atatürk'e Sövmeseler Olmaz mı?

Anlatacağım olay, 1950’lerde geçer. Demokrat Parti iktidara geçmiştir DP’nin Samsun Milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu, Samsun'da çıkan bir gazetede, Atatürk'e ağır sövgülerle dolu bir yazı yayımlar. Buna karşılık Cumhuriyet’te, DP milletvekiline ağır bir yanıt verilir. DP Milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu, Cumhuriyet'i mahkemeye verir. Cumhuriyet'in yazı işleri yönetmeni o zaman Cevat Fehmi Başkut, polis adliye muhabiri de Feyyaz Tokar. Hasan Fehmi Ustaoğlu'nun savunmanları Bekir Berk’le İsmet Tümtürk!
Cumhuriyet'in sahibi, başyazarı Nadir Nadi, büyük bir heyecana kapılır:
Bu davayı kaybedersek Atatürk mahkûm olacak. Atatürk’e hakaret meşru olacak. Cumhuriyet rejimi mahkûm olmuş sayılacak Cumhuriyet gazetesinin kişiliğinde..
Cumhuriyetçiler, o zaman doçent olan Sulhi Dönmezer'e başvururlar, Cumhuriyet'in savunmasını alması için. Sulhi Dönmezer, yazıyı okur:
Cumhuriyette çıkan yazıda suç var, bundan mahkum olursunuz! diye düşüncesini bildirir. Cumhuriyetçiler:
Sız bu işi Apaydınlara soralım, Burhan’la Orhan Apaydın'a derler. Cevat Fehmi Başkut'la Feyyaz Tokar, Apaydın kardeşlere giderler, “Cumhuriyet'in savunmanlığını alır mısınız?'' diye sorarlar. Nadir Nadi, olayı titizlikle izlemektedir. Apaydın kardeşler, bu konudaki tüm yayınları getirtirler, incelerler.
Davayı alıyoruz! derler.
Duruşma, Yeni Postane’nin üst katında yapılmaktadır. Burhan Apaydın ilk duruşmada, ilginç bir konuşma yapar; konuşmasının bir yerinde özetle şöyle der:
Bu memlekette, soluduğumuz havayı Allah'tan sonra, Atatürk'e borçluyuz. Şu topraklar üzerinde soluk alıyorsak, bunu Allah'tan sonra Atatürk'e borçluyuz. Böyle bir davada, Atatürk'e hakarete kalkışana hakaret etmek suç teşkil etmez!
Burhan Apaydın'ın anlattığına göre, dinleyiciler tıklım tıklım mahkeme salonunu doldurmuşlar, kalabalık merdivenlere dek inmiştir. Salonda hem Atatürkçüler, hem de gericiler vardır. Gericiler her yerde olduğu gibi daha baskındırlar. Birinci Şube'den polisler salonda güvenlik önlemlerini almışlardır. Burhan Apaydın konuşmasını yaparken, önce "yuh" sesleri yükselir. Burhan Apaydın, konuşmasını sürdürür:
Eğer Atatürk bu ülkeye bağımsızlık kazandırmamış olsaydı, bugün İslam dini Türkiye'de uygulanabilir miydi? İnanç sahibi insanlar özgürce camilere gidebilirler miydi? Oruçlarını tutup namazlarını kılabilirler miydi?
Bu kez, Hasan Fehmi Ustaoğlu’nun yandaşı dinleyiciler de Apaydın’ı alkışlamaya başlarlar.
Ardından yargıç, Cumhuriyet gazetesiyle ilgili olarak "aklama" kararını verir. Haber, Cumhuriyet’te manşetten yayımlanır. Burhan Apaydın, bunu bana 1991’de Edirnekapı gömütlüğünde, Nadir Nadi toprağa verildiği gün anlatmıştı. "Atatürk 'e hakaret edene hakaret edilir”di özeti...
Nadir Nadi, 1946-1950 arasında da mahkemelere çağrılır, Nadir Nadi, bunu da şöyle anlatır "Perde Aralığından’’ adlı yapıtında:
”... O sıralarda gazetenin sahibi göründüğüm için yakından biliyorum, dört yıl içinde Cumhuriyet aleyhine çeşitli vesilelerle tam dokuz dava açıldı ve ben davalı sıfatıyla, en az kırk kere yargıç karşısında boy göstermek zorunda kaldım. Ortalama ayda bir, eski adliyenin bulunduğu postaneye gidiyor, kan ter içinde son kata tırmanıyordum. Kendimi avutmak için merdiven basamaklarını bir bir sayardım yukarı çıkarken. Ezberlemiştim basamakların sayısını. Doksan iki dedim mi, nefes nefese bir ‘oh’ çeker. Asliye Ceza Mahkemesi'nin önünde sıramı beklemeye giderdim. Hepsi beraatle sonuçlanan bu davaların çoğu, gönderilen cevabı geç yayınlamak, Cumhurbaşkanına saygısızlıkta bulunmak, gerçeğe aykırı haberlere gazetede yer vermek gibi pestenkirâni konularla ilgili idi. Yazıişleri müdürünün bu suçları(!) önlemesine imkan yoktu. O hüküm giyse idi, ben de gazete sahibi olarak boylayacaktım cezaevini..."
Nadir Nadi’den açtım, onunla bitireyim yazıyı; "Ben Atatürkçü Değilim" adlı yapıtında geçen bir yazı; şöyle diyor bir yerde:
"Her şeyi yanlış anlıyoruz. Yanlış anladığımız için de uygulamalarımız ters ve sakat oluyor.
Şu laiklik ilkesini ele alalım. Ne diyor yobaz:
Bu milletin yüzde doksan dokuzu Müslümandır, geri kalan yüzde birin lafı mı olur?
Oysa, bu düşüncenin tam tersine, laiklik, yüzde bir de olsa, binde bir de olsa vatandaşın dinsel inançlarına ezici çoğunluk tarafından saygı gösterilmesini emreder. Batı'da Voltaire'den beri gelişen bu temel ilke oralarda öylesine kök salmıştır ki bugün resmen laikliği kabul etmemiş ülkelerde bile vicdan özgürlüğü artık tartışma konusu olmaktan çıkmıştır, örneğin İngiltere laik değildir. İngiltere Krallığı'nın tacını başında taşıyan kişi, aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin de başıdır.
Laiklik ilkesine paralel olarak biz demokrasiyi yanlış anlıyor, ters uyguluyoruz. Çıkarcı yobaza sorunuz:
-Demokrasi çoğunluğun iradesidir, diye kesip atacaktır. Evet, öyledir ama azınlığın temel haklarına saygılı olmak şartı ile...
... Laikliği ters anladığımız, demokrasiyi de 'iktidar uğruna devrimler feda olsun' zihniyeti ile uyguladığımız sürece biz daha bir hayli bocalayacağa benzeriz."