Ataç’lı Günler

Uza-bilikçi (tarihçi) Mete Tunçay, Almanya'nın Bielafeld kentinde, bir söyleşi sırasında; Ankara'daki ''Demokrasi Kurultayı” nı anlatırken, Süleyman Demirel için “Lentnist" dedi; “Marksist değil, ama Leninis!” Mete'yi dinleyenlerin çoğu gülümsediler. Süleyman Bey’in kurultaydaki konuşması, demek Mete Tunçay’da o izlenimi bırakmıştı.
Ankara'ya döndüm; usum, bir ayağım Hollanda’da, Almanya’da sanki. Taşlamacı M. Eşref, yazmış şu dörtlüğü:
"Kaybolmuş idi mührü Süleyman nicedir / Çalmıştı onu belli ki şeytan nicedir, / Hiç bulmadı mührün o Süleyman amma / Seyretmeli şimdi, bu Süleyman nicedir?”
Şimdi yazacağım dörtlük de İsmail Gülgeç için:
"Kim demiş aç kalınır Türkiye'de / Gözünü aç, çakıver çakmağını / Baksana Gülgeç’e, aylar var ki, / Klozetten çıkarır ekmeğini!"
Ali Yüce, Almanya'da aylarca kalıp döndükten sonra sormuştum:
Nasıl, yurduna ısınabildin mi?
Uyum kurslarına gidiyorum demişti...
Ülkeyi bu duruma getirenlerin başlıca sorumlularının yöneticiler olduğunu kim, ne zaman anlayacak? Hacı Turgut Bey, işçilere verdiği son, zoraki zamlardan sonra bile, kafasının içindeki faşizmi sergileyiveriyor; işçilerin çoğunluğunun 1 Mayıs yürüyüşlerine katılmadıklarını söyleyebiliyor. Bunlar, "milliyetçi”ymiş! Milliyetçi demek, faşist mi demektir?
Almanya'da Düsseldorf kentinde, 1 Mayıs gösterilerini, Alman Sendikalar Birliği (DGB) düzenlemiş. DGB adına, Alman Polis Sendikası Başkanı Hermann Lutz bir konuşma yaparak, çalışanların 1 Mayıs bayramlarını kutlamış. Yürüyüşe de katılmış. Dilşat, eşi Halil, oğulları Barış birlikte yürümüşler polislerle. Beş yaşındaki Barış, annesine şöyle demiş:
Anne, burada polisler, insanı tutup götürmüyorlar; bizimle birlikte yürüyorlar!
Türkiye hiçbir zaman, gerici yönetimlere layık değildir, olmamalıdır.
Hollanda'nın Leiden kentinde, sayrıevinde bakıyorlardı. Bir ara elimi göğsüme götürmüş müyüm ne? Bir hemşire koşarak geldi:
Elinizi göğsünüze götürdünüz, bir ağrınız filan mı var?
Güldüm, "Yok dedim, ağrım filan yok. Elim rasgele göğsüme gitmiş!" Sağınlar, hemşireler bir çeşit grevdeydiler. Aylıklarına yüzde beş zam istiyorlardı; hükümet yüzle 1.5 mu ne veriyordu. İşler iyiden iyiye yavaşlamıştı. Duvarlarda; "Yüzde 5 zammımızı istiyoruz" yazılan vardı. Karşılaştıklarıma:
Grevinizi destekliyorum diyordum. Seviniyorlardı...
Ankara'da da sağınlar, eylemdeler. Onların eylemlerini de destekliyorum...
Dil Derneği'nin düzenlediği "Ataç 91 Yaşında Toplantısı", Ankara'da yapıldı. Onu izledim 17 mayıs günü. Cevat Geray, Erdal Öz, M .Şerif Onaran, Mustafa Canpolat, Meral Ataç konuştu. Toplantıyı Emin Özdemir yönetti. Cumhuriyet’ten Ayşe Sayın konuşmaları teybe aldı. Bu yazıyı yazarken, ondan da yararlandım. Buna ben ‘Ataç’lı Günler" diyorum. Emin Özdemir, Ataç’la ilgili konuşmasında özetle şöyle diyordu:
Ömer Asım Aksoy, Ataç için diyor ki: ‘Türk diline Atatürk’ten sonra en çok katkısı olan kişidir Ataç." Bu tümce Ataç’ın Türkçe içindeki serüvenini bütün boyutlarıyla özetler, özellikle bir dil sanatçısıdır, hem de ödün vermeyen türünden. Örnektir, devrimci yönünden. Bunun yanı sıra Ataç, Türk düşüncesini kalıplaşmış, klişeleşmiş ağır yüklerin altından kurtaran bir düşünce sanatçısıdır. Bunun yanı sıra Ataç, değişik dillerin ürünlerini, eski Yunan'dan, Fransa'dan dilimize aktaran kişidir. Dilci Ataç, çevirmen Ataç; onun yanı sıra yaşadığı günlerde ses getiren bütün yazarları, beğenisiyle, ince değerlendirmeleriyle yönlendiren eleştirmen Ataç. Ataç’ın ölümünden bu yana 32 yıl geçmiştir. Bu, dirimbilim açısından iki kuşak değişmesi demektir. Böyleyken Ataç'ın unutulduğunu, düşüncelerinin aşıldığını, eskidiğini, daha kestirme bir deyimle defterinin kapandığını söyleyenler var. Acaba gerçek böyle mi? Ataç, unutulmuş mudur? Yoksa bugün geçmişe oranla daha büyük bir gereksinimle yaşıyor mu? Yaşatılması gerekiyor mu?
Can Yayınları yönetmeni, Ataç’ın tüm kitaplarını yayımlamaya başlayan Erdal Öz de konuşmasına şöyle başladı:
Ataç bugün yaşasaydı işlemediği bir suçtan dolayı düşünce suçlusu olarak cezaevine konurdu! 91 yaşında düşünce suçlusu!
Mustafa Canpolat, Ataç'ı, Türk Dil Kurumu'nda burslu bir öğrenci olarak çalışmaya başladığında kendi odasında tanıdığını anlattı; "Bir yerde, Ataç'ın mutfağını tanımış oldum” dedi. Şöyle konuştu:
Çünkü Ataç, yazılarının bir bölümünü kurumda yazardı. Onun nasıl çalıştığını, nasıl yazdığını yakından görmüş oldum. Kurum, 1956'da yeni binasına taşınırken, birtakım gereksiz eşyalar atılırken, Ataç'ın odasında dağıtılan birtakım kağıtlar vardı. Ben bir kısmını kurtardım da aldım. Hep bekledim ki, bir Ataç müzesi kurulacak ve ben o müzeye vereceğim bunları. Bu yazılara bakacak olursanız, Ataç’ın bir yazıya üç defa, beş defa başladığını, yarım bıraktığını görürsünüz. Öylesine titiz bir çalışması vardır ki, bir tek daktilo tuşuna yanlış bastığı zaman; kâğıdı çıkarıp atmıştır. O yazılarında iyi bir öğreticiydi. Geriye dönüp bakıyorum, "öğretmenlerimden ne aldım, Ataç'ın kitaptarından ne aldım?" diye. Ataçtan çok şey aldığımı, pekçok öğretmenimden hiçbir şey almadığımı görüyorum...
Mustafa Canpolat, Ataç’la ilgili anılarını anlattı; akşam üzerleri kurumda söyleştikten sonra, zamanın geçtiğini gören Ataç, şöyle dermiş:
“Bırakarak bu gülşeni / Eve kıralım dümeni / Yoksa bizim hanım beni / Döver herif herif diye..."