Dün Ataç'ın ölüm yıldönümüydü; onun ikinci basımı yapılan “Okuruma Mektuplar” ını okudum. Öyle andım Ataç'ı. Kızı Meral Ataç, bu yeni kitabı verirken, “Çok sevdiğim Mustafa Ekmekçi'ye sağlık mutluluk dileklerimle" diye yazmış. Sayrı olduğumu biliyordu Meral Hanım, Hollanda'ya yola çıkmadan önce, kızıma, Özlem'e verdi kitabı, onunla yolladı.
Hollanda'nın Leiden kentinde, Prof. Server Tanilli'yle konuşuyorduk. Ona Ataç’tan söz ettim; “Bende çok etkisi var" dedim. Zaman zaman da onu taklit ettiğimi söyledim. Tanilli şöyle dedi, sözüme:
Bir kez, Ataç taklit edilemez! Sonra senin yazıların taklit değil. Ataç, benim kuşağımı da çok etkilemiştir. Onun gibi kısa tümcelerle yazmayı ben de çok İstedim. Bir de Sadun Hoca gibi anlaşılır biçimde yazmayı...
Ne yazık ki bu gezide Tanilli'ye uğrayamayacağım; Hollanda’dan, Almanya'ya uğrayıp döneceğim. Bir okur, şöyle demiş:
Ben, bu Ekmekçi'nin Avrupa’ya gittiği kadar Ulus'a gitmedim!
İçimden güldüm, ama içerledim de. Ulus'a niye gidemiyor, gitsin!
Ataç, bana yaşamayı sevdirmiştir. Nerede, nasıl olursa olsun, yaşamanın tadını, güzelliğini tatmak: “Yaşamdan öteye yok" diye düşünüp de keyfini çıkarmak yaşamanın; sayrılığın, sakatlığın bile. Tanilli, bana söyledi, bir İngiliz doktorun kendisine söylediklerini. Şöyle:
Bay Tanilli, siz sayrı değilsiniz, sakatsınız. Bunu böylece bilin. Ve bir şey daha söyleyeyim, dün ne yapıyorsanız, onu yapın!
Yıllar önce, bir nisan ayının ilk haftasında, bir faşistin sıktığı kurşunla, yaşamı boyunca sakat yaşayacak olan Prof. Tanilli’nin, o İngiliz profesörün sözlerini aktarması çok düşündürdü beni...
Sevgili Tanilli, ben sizin yanınızda sayrılıklardan söz etmeye utanırım; açamam öyle bir konuyu diyordum.
Gecenin geç bir saatiydi Tanilli, kaldığım yerden aradığında:
Haydi şimdi, bir güzel uyu dedi.
Ataç 6 Mayıs 1951'de çıkan “Var Olmak” başlıklı mektubunda, şöyle başlar söze:
“Haftadan haftaya ey benim tanımadığım okurum, bekliyor musunuz bu mektupları? Bir gün bu sayfada benim yazımı bulamazsanız arayacak, "Ne olmuş?" diyecek misiniz acaba? Hiç ummam. Niçin bekleyesiniz? Niçin arayasınız? Beklenecek, aranacak ne var ki mektuplarda? Bir yığın söz, hepsi de boş, birbirinden daha boş. Oturmuş bir adam, söyleniyor, aklına gelirse, kaleminin ucuna ne eserse, abuk sabuk onu yazıyor. Bazen bir konuya dokunur gibi oluyor, ama duramıyor, hemen bırakıyor onu. Belli ki bir diyeceği, bir bildireceği yok. Bu mektuplar niçin beklensin, niçin aransın.
Şüphesiz böyle diyeceksiniz, böyle demekte şüphesiz haklısınız. Ama iyi bir şey mi, daima iyi bir şey mi haklı olmak? Bırakın biraz haklı olduğunuzu, karşınızdakinin yanılıp sizin doğru düşündüğünüzü onun yüzüne vurmaktan ne çıkacak sanki? Siz aç olduğunu sezdiğiniz bir insanın, üstü başı perişan bir yoksulun, yahut bir hastanın karşısında utanma duymadınız mı hiç? Onun açlığı, yoksulluğu, hastalığı sizin yüzünüzdendir demiyorum. Tanımazsınız bile siz onu, ilk görüyorsunuz, siz sebep değilsiniz onun haline. Gene de içiniz sızlar, bir suç işlemiş gibi irkiliverirsiniz. Gününün yani hasedin aksi bir duygu vardır, adı konmamış, belki de pek acı bulup unutmak istediğimiz için adı konmamış. Günü: 'Neden onda var da bende yok' dedirtir kişiye, o duygu ise: ‘Bu iyiliklere, bu nimetlere neden ben erişmişim de o erişmemiş? Neden ben seçilmişim de o seçilmemiş?' dedirtir, yıkıverir içimizi. Siz de haklı olmanızla çok övünmeyiniz. Büsbütün övünmeyiniz demiyorum, olur mu öyle şey? Siz de bir insansınız, kendinizi beğenmek koltuklarınızı kabartmak için arasıra olsun bir fırsat bulamazsanız nasıl katlanırsınız yaşamaya? Övünün, haklı olmanızla esrikleşip, mest olup ezin karşınızdakini. Ama ezdiğinizi de bilin. Bunu bilirseniz, onun yüreğinin nasıl kanadığını anlarsınız da 'Neden ben haklıyım dâ o haksız?' deyip utanırsınız kendi kendinizden.
Demeyin, söylemeyin bana bu mektupların bomboş, abuk sabuk sözlerle dolu olduğunu. Ben de biliyorum onu. Ama dinleyin bakın ne diyeceğim, yalan değildir, inanın şimdiye kadar çok yazı yazdım ben, ama hiçbirini bu mektuplar kadar özenerek yazmadım...
Yazı yazan, sanatla uğraşan bir kişi, kendinden bir şey kalacağını, kendi ölüp gittikten sonra da adının anılacağını umar. Bütün yazarların gözü ölmezliğe dikilmiştir. Ben de yıllarca umdum o yüceliği... Yavaş yavaş gerçek belli etti kendini. Bir şey kalmayacak mı benden? Kalmaz olur mu? Kalır elbette. Koca bir yapı kurulup, yıllarca, yüzyıllarca duracak ortada, bütün taşlarıyla duracak, o taşların her birini getirip yerine yerleştiren adamın eseri, bu dünyada bir izi kalmış demektir. Ama bilmezsiniz onun adını, bir öldü mü, bir daha kimse duymaz onun sözünü. Benim de öylece adım kalmayacak. Bugün bu ülkede bir dil kuruluyor, o yapıda banim de bir iki taşım vardır, ancak görünmeyen, kimsenin gözüne çarpmayan, ta gerilerde bir taş... Bu muydu benim huylarım? Az mı beğendim kendimi? Yukarıdan baktım çoklarına, yaptığımla değil, yapacağımla övündüm, onu yapılmış, bitmiş gibi gördüm, yılların perdesi yırtılıverince o bütün büyüklüğü ile ortaya çıkıverecekti. Çıktı... Hani dağ fare doğurdu derler, fare doğurmak da gene bir iştir, yaşar o fare, gidip gelir, canlı canlı gözleri vardır, kemirir de korkutur, kaçırır. Ya o dağ, bütün kıvranmalarından, bağırmalarından sonra hiçbir şey doğurmazsa? İki eli böğründe öyle kalakalmış... Beğenmedim doğrusu kendimi dağa benzetmeyi. Dağ diyelim ki övündü, övündü de bir fare bile doğuramadı, hiçbir şey doğuramadı, gene kendisi bir dağdır, vardır, o kadar patırtıdan sonra bir şey doğuramadığı dillere destan olur. Ben o dağ gibi var mıyım? Bağırmalarımı, şöyle eserler yaratacağım, böyle eserler yaratacağım diye övünmelerimi kimse duymuş mu? Duyanlar da inanmış mı? 'Senin elinden bir şey gelmez' demeyi dahi gerekil bulmamışlar, aldırmamışlar, görmemişler beni. Görülecek gibi değilmişim de onun için, ufacık, yok denecek kadar ufacık..."
Ataç'ın ölüm günüydü dün. Unutmadım o günü; kafamda, içimde yaşattım onu.
18 Mayıs 1989, Cumhuriyet