Aşırı Uçlar...

Friedrich Engels (1820-1895). "Almanya'da Köylüler Savaşı” yapıtında özetle şöyle der:
“Aşırı uçta bir parti liderinin başına gelebilecek en kötü şey hareketin, temsil ettiği sınıfın egemenliği ve bu sınıf egemenliğinin gerektirdiği önlemleri almak için henüz yeterince olgunlaşmadığı bir zamanda iktidarı alma zorunda kalmasıdır. Çünkü bu takdirde, yapabileceği şeyler, bütün geçmişiyle ilkeleri ve yakın çıkarlarıyla çatışabilecektir. Yapması gereken şeyler için uygulanabilir bir alanı yoktur. Bu yanlış duruma düşenler, önüne geçilemez bir çıkmazdadırlar."
Engels'in burada, satır arasında sözünü ettiği “aşırı uçtaki parti lideri”, Engels’in ölümünden sonra, Sovyet Devrimini gerçekleştirecek olan Lenin'den başkası olabilir mi? Sovyetler’de şimdi Lenin'in anıtları yıkılıyor... Lenin, kısa yaşadı. (1870-1924); 1922’de sayrılandı, uğradığı saldırı sonrasında boynunda kalan kurşunun çıkarılması için ameliyat masasına yattı. Ameliyatın ardından hızla iyileşme belirlileri göstermesine karşın bir ay sonra bölümsel (kısmi) bir felç geçirerek konuşma yeteneğini yitirdi. (Ana Britannica, cilt 14, s. 336)
Lenin, şubat 1922'de Sovyetler'deki komünistlerin bugünkü durumlarını görmüş gibidir. Lenin, “Bir Yayıncının Notları''nda şöyle der:
"Sosyalist bir ekonominin temellerini tamamlamak gibi dünya çapında tarihi bir girişimi yanlışsız, gerilemesiz ya da tamamlanamamış görevleri defalarca yeniden uygulamaya sokmanın gerekeceğini var saymadan bitirebileceğini düşleyen komünistlerin kesinlikle kaybedeceklerini kabul etmek gerekir. Buna karşılık hayale ve cesaretsizliğe kapılmadan, her seferinde sıfırdan hareket ederek en zor görevlerin üstüne gidebilmek için güç ve esnekliklerini koruyan komünistler ise kaybetmeyecekler, büyük olasılıkla yok olmayacaklardır.”
Başarısız "darbe” girişiminden sonra dünya, Sovyetler'i tartışıyor şimdi. Sosyalizmin Sovyetler'deki çınarına, kapitalizm aşısı tutmadı! Ustalar, piyasa ekonomisinin böyle ülkelerde en az elli yılda tutabileceğini söylüyorlar. Amerika'nın etkisinde kalanlar, bunu birkaç yıla sığdırmak istediler. Türkiye’yi "Küçük Amerika” yapmak isteyenler, şimdi neredeler? Sovyetler, “Büyük Amerika" oldukça Amerika'nın ancak uşağı olur! CIA boşuna mı uğraştı yıllardır?
Kimi solcuların vaktiyle "revizyonist” diye suçladıkları görüşler, şimdilerde bir daha mı tartışılıyor? Adımlar Dergisi’nin 23 Haziran 1989 sayısında, on beşinci sayfada Celâl A. Kanat'ın yazısında şu tümceler vardı:
“Leninizmin, Marksizmin gelişmesindeki yaşamsal bir aşama olduğu doğru olmakla birlikte Leninizmin belli bir çağın Marksizmi olduğu anımsanarak çağın dönüşümüyle birlikte aşılması gereği ortaya çıkmıştır...
...Ülkenin, toplumun ve dünyanın sorunları dar sınıf bakışıyla değil çağdaş, insani, ulusal ve evrensel bakış açılarıyla ele alınmalıdır. Bu, işçi sınıfı konumlarının yadsınmasını değil, işçi sınıfının yaklaşım açısının genişletilmesini gerektirir...”
İnsan sosyalizm için değil, sosyalizm insan içindir!
Ha, şunu bileydin!
1940'ların ortalan: Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde gençler Marksizmi, Leninizmi, sosyalizmi, kapitalizmi tartışıyorlar, zaman zaman aralarında sert tartışmalar, hatta kavgalar çıkıyor. İsmail Hakkı Tonguç, olup bitenleri cumhurbaşkanı olan İsmet Paşa’ya anlatıyor:
Paşam, böyle böyle, diyor. İsterseniz bu tartışmaları durduralım! diyor.
Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, karşılık veriyor:
Bırak tartışsınlar Tonguç; onlar onu orada tartışamayacaklar da nerede tartışacaklar? Bırak, tartışsınlar...
Yine 1940’lı yıllar, belki de kırkların sonuna doğru. Nurullah Ataç, cumhurbaşkanlığı çevirmeni olarak Çankaya Köşkü'nde çalışmakta. Belki de Ataç’ın yardımıyla ara sıra, Ankara'daki aydınlar Çankaya Köşkü'nde toplanıyorlar. Bunlara yer yer Cumhurbaşkanı İnönü de katılıyor. Aydınlar tartışıyorlar; Marks'tan, Lenin'den, Durkheim'dan, Freud’den söz ediyorlar... İsmet Paşa, bir ara şöyle diyor:
Bu tartıştığınız, anlattığınız kişiler, yaşamlarında insanlığın yararına bir şey yapmışlar mı? '
Galiba Sabahattin Eyüboğlu, kesin bilmiyorum; "içlerinden biri diyelim şu karşılığı veriyor:
Yapmışlar yapmasına Paşam, ama biraz aşırı gitmişler!
Bu yanıt üzerine İsmet Paşa mırıldanıyor:
Keşke ben de iyi bir şey yapsam da aşırı gitsem!
İsmet Paşa'nın çok geçmeden, 1950'de dürüst bir seçimle iktidarı karşıtlarına bırakıp, muhalefete çekilmesi, o zamanın parmak ısırtacak, bir aşırı demokratik eylemiydi. Muhalefeti göze almayan, demokrat sayılabilir mi? Onun ne olabileceğinin adım varın siz koyun!
1980'den bu yana, seçim yasası kaç kez değiştirildi? Her seçim bir "ANAP’ı kazandırma" amacıyla yapılıyormuş izlenimi uyanıyor yurttaşta. Yasalar çıkarılıp, Yüksek Seçim Kurulu uygulamacı durumuna getiriliyor. 1982 Anayasası'nda yargıç güvencesi yok ya da yok denecek düzeyde. Özallar’ın davasına bakan yargıçlar, Yargıtay'a gidiyorlar. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı ile üyeleri, Yargıtay'dan seçiliyor. Seçim yasasına göre "bölgelere ayrılma" işleminden sonra, il içi seçim çevreleri ile üç kez oynandı. Seçmenlerle adaylar, harman gibi savruluyor. Bu konuya, geçen yazıda ortaya, ateşin ortasına bir buz kalıbı gibi attım! Daha duracağım üzerinde...
Bursa Hâkimiyet gazetesinden, güngörmüş gazeteci Necati Akgün, sorduğu soruyla Hacı TÖ'yü kızdırmış. Akgün'ün sorusu şöyle:
Hep kendi dönemini övüp, "ben ben" diyorsunuz. Sizden öncekiler hizmet etmedi mi? Bu cumhuriyeti Atatürk kurmadı mı? Orta direğin hali belli. Dışarıdaki on binlerce işçiye karşı taraf oluyorsunuz.
Hacı TÖ’nün yanıtı da ilginç şöyle:
Muhalefete düşmeden, zirveden kendimi koruyarak köşeme çekileceğim. Biz de bu memlekette yavaşça sahneden çekiliriz. General McArthur’un bir sözü var: "Eski askerler ölmez, yavaş yavaş kaybolur giderler." Biz de ölmeyiz, yavaş yavaş kaybolup gitmesini biliriz...