Asılmışların Türküsü...

Katip dedem, okur-yazar bir kişi. Adı Mustafa, benim adım ondan mı geliyor, yoksa Frenk Mustafendi’den mi, kesin bil­miyorum. Benden önce doğmuş Mustafa adında bir karde­şim varmış. Küçük yaşta ölmüş. Sonra ben doğmuşum. Anam:

Senin adın, kendi adın! derdi.

Çocukluğumda anlatılanlardan dinlerdim. Katip Mustafa dedem, köyde oturur, çocuklannın ediklerine, çarıklarına dek diker, ilçeye de gider mustantik (sorgu yargıcı) gibi çalışırmış. 'Katipler' ya da ‘Katibeyi!' adı, ya ondan ya da daha büyük olan Frenk Mustafendi’den kalmış. Frenk Mustafendi, ozan, yazar. Gömüt taşlama şiirler yazıyor. Mermer götüren bir ge­miye binip, ver elini Londra, oralarda on yıldan çok kalıyor. Mu­harrem amcam, dava vekiliydi, bir çeşit savunman. Emin am­cam ilçe mahkemesinde yazman (zabıt katibi). Bir babamla, Kamil amcam, okumamışlar. Babam, galiba eski harfleri bilir, yazardı; ancak yazdıklarını yalnız kendisi okurdu. Anamın okuması-yazması yoktu. Bir ara, 1928’lerde kurulan ‘Millet Mektebi'ne gitmiş, ancak iş-güçle okulu bağdaştıramayıp, bırak­mak zorunda kalmış. Babam da anam da çalışmalarınızı çok sıkı izlerlerdi. Babam, gece yarısı fırından dönünce anama so­rarmış:

Mustafa dersine çalıştı mı?

Çalıştı, çalıştı. Şimdi yattı!

Anam, uyuyayım diye kollamaya çalışırmış. Albaylıktan emekli olduktan sonra ölen Muharrem amcamın oğlu Hilmi Yancı’yla, dedelerimizi, bu arada Frenk Mustafendi'yi konu­şurduk. Bir gün, Yargıtay üyeliğinden emekli olduktan sonra, geçen yıl 27 Eylül'de ölen ağabeyim Halit Ziya Ekmekçioğlu’na:

Abi, bir gün seninle anam, babam üstüne konuşmak is­tiyorum. Biliyorsun zaman zaman onları yazıyorum! deyince,

Hay hay kardeşim, olur konuşalım, sana anlatayım! de­mişti. Ondan anamı, babamı dinlemek bir türlü içimden gel­medi.

Açamadığım, açmadığım konulardan biri de, halalarımdan birinin acı ölümüydü. Babamın ablası, adını bilmiyorum bile. Evde hiç konuşulmazmış. Bir gün köyde, oturdukları evin alt katında, ahırda, kendini asmış. Babam, bir görünüp bir yiten ablasını görünce, anasına seslenmiş;

Ana, abam ahırda bi görünüp, bi saklanıyor!

Gelip görmüşler acı gerçeği. İşin içyüzü şuymuş: Katip de­dem, iki evliymiş. İlk eşi olan Meryem ebemden önceleri çocuğu olmamış. Onun üzerine, bir daha evlenmiş. Bu kez araya kıskançlıklar girmiş. Meryem ebem, sonradan çocuklar doğurmuş ama, iş işten geçmiş. Halam genç kız, ilçeden birisi istemiş. Dedemin ikinci eşi üvey ebe -biz ona ‘Halil Ebe' derdik. Halillerin kızı demek, çocukluğumda gördüm onu- ha­lamı bir gün azarlamış:

Seni babana söyleyeceğim, o oğlana mendil vermişsin sen!

Bunun üzerine kızcağız, ahıra gidip canına kıymış!

Katip dedem olayı duyunca, çok üzülmüş:

Ah çocuk, niye böyle yaptın? Seni istediğine vermez miy­dim hiç? diye dövünmüş.

Tanımadığım bu halam, hiç usumdan çıkmaz!

Ankara’da, Çankaya tepelerindeki Yıldızevler İlkokulu Mü­dürü Fevzi İyiarı, karşılaştığı bir olay üzerine, gece yansından sonra, saat 03.00’te, yöneticilik yaptığı okuluna giderek, oku­lun toplantı odasında iple kendini astı! 8 ekim günlü Hürriyette bir yerde şöyle deniyordu.

Yıldızevler İlkokulu’na bu yıl 1. sınıf öğrencisi olarak baş­layan 7 yaşındaki B. C. ’nin dudaklarının mor olduğunu gören babası Mehmet Caymaz, 'Kızım düştün mü?' diye sorduğun­da kızından 'Hayır, müdür bey beni öptü' cevabını aldı. Bu­nun üzerine Cumhuriyet Savcılığı'na başvurarak 50 yaşında­ki okul müdürü Fevzi İyiarı hakkında şikayetçi olan baba Meh­met Caymaz, müdürün ifadesini aldırttı. Fevzi İyiarı, ifadesini verdikten sonra eve gelmedi. Çamaşır ipiyle kendisini kalorifer borusuna asarak intihar eden müdürün cesedim okul müs­tahdemi buldu.

Öğretmen Fevzi İyiarı'yı tanırdım. Basın Sitesi'nde D Blok kapıcısı Ziya Efendi’nin kardeşiydi. Sivaslı bir Alevi çocuğu. Fevzi İyiarı, kendini asmadan önce arkadaşlarına:

Bu iddianın şakası bile ağır geldi! demiş. Eşine yazdığı not­ta:

“Seni, çocukları çok seviyorum. Benden sonra, çıkacakla­ra inanma!" diye yazmış. Yıldızevler İlkokulu’nda yapılan tö­rene gittim. Bayrağa sanlı tabutu önünde ağlamayan yoktu. Tabut, Yıldızevler İlkokulu’ndan Çankaya'ya dek omuzlarda taşındı. Ziya Efendi'nin dalı kırılmıştı. Fevzi İyiarı, oğlunun adı­nı ‘Deniz’ koymuştu. Evinde, Uğur Mumcu’nun fotoğrafı ası­lıydı. Bir arkadaşı şöyle dedi:

Ben size bilgi vermek için bayan arkadaşlarla da konuş­tum. Okuluna son derece düşkündü. Cumartesi, pazar ben de biliyorum, okuluna gelir, ilgilenirdi. Öğretmenlere karşı son derece ölçülü ve saygılıydı. Arkadaşlar, “Hiçbir zaman beş da­kika dersi ihmal edemezdik" diyorlar. ‘Bir zayıflığını düşünmek mümkün değil" diyorlar, ‘cinsel taciz" konusunda. “Fakat çocuklan çok severdi. Bizim yanımızda da okşardı. Kiminin sa­çını, kiminin yanağını okşardı. Bu, sevgisinden olurdu. Bunun dışında herhangi bir çocuğu odasında eğlediğini ya da yal­nız kaldığım duymadık, görmedik" diyorlar. On dört yıldır bir­likte çalışıyorlar bu sorduğum arkadaşlar. "Çocuk, duvara da çarpar dudağını, müdür sıkmış da olabilir. Bunu niye kötüye yorumladılar?" diyorlar.

Karakolda küçük düşürücü sözler mi söylenmiş?

Sübyancısın sen! gibisine. Bu çok ağrına gitmiş.

Fevzicik gitti, gider. Uğraşanlar mı varmış. “Bu müdür, hem solcu hem Alevi!" diye.

Büyük Fransız ozanı François Villon'un (1431-1463) “Asıl­mışlara Türküsü" geliyor usuma. Orhan Veli çevirisi şiir şöy­le başlıyor

Olmayın bu kadar katı yürekli/ Ey dünyada kalan insan kar­deşler;/ Allah da sizden razı olur belki/ Sizler acırsanız bizlere eğer;/ Şurada aşıtmışız üçer beşer;/Kuş sütüyle beslenen şu bedene/ Bir bakın, dağılmada günden güne;/ Bakın kül olan kemiklerimize;/ Gülmeyin dostlar, bu hale düşene;/ Tanrıdan mağfiret dileyin bize...

(Mağfiret: Bağışlama.)