Asansörde...

Günlerdir sayrılarevine taşınıyor, koşturuyorum. SSK'den İbn-i Sina’ya. Yüreğim büyümüş. İnceden yetmezlik var. Hani:

Mangal gibi yüreği var!derlerdi. Büyümesi iyi değil.

İbn-i Sina’da, “0" katından yedinci kata çıkacağım. Büyük asansörlerden biri geldi, bindim. Herkes doluştu. Zil çal­dı, asansörün kapısı kapanmıyor. Herkes, son binene bakı­yor. Sakalları kırlaşmış, başında takkesi: belli ki gerici...

Ben bindiğimde zil çalmamıştı, diyor. Ben yukarıya ilaç götürüyorum! Asansör yolcuları hep bir olmuşlar, bağrışı­yorlar:

Seni mi bekleyeceğiz, in aşağıya, bak asansör çalışmı­yor! O direniyor

Ben niye ineyim, başkası insin. Benden sonra binenler öne geçti, ben uçta kaldım!

Nasıl da yalan söylüyor! Asansör yolcularından biri daya­namadı, yüzüne:

Allah belanı versin! dedi, indi.

-Mübarek gün, belayı anma'dedi beriki. "Allah belanı ver­sin!" diyeni öldürebilirdi gibime geldi. Ben durur muyum?

Asansör konusunda fazla bilginiz yok galiba! dedim...

Senin var! karşılığını verdi.

Yedinci kata gelmiştik, “yürekbilim dalı’nda indim. Prof. Güneş Akgün'u göreceğim...

Usum, düşüncem, asansördeki adamdaydı. Oruç ayında lokantaları kapattıranlar bunlardı. İstanbul'da 30 aralıkta pastaneye bombayı koyanlar bunlardı, bunları kafasında kişilerdi. Ağabeyim, çocukluğumda unutmadığım bir söz söylerdi, Arapça!

El cahilun cesur! (Bilgisizler cesur olur.)

Dini inançları politikaya araç ederek iktidara gelmeyi amaçlayan kişi, üniversitelerde de okusa, dünyanın en ka­ranlık kafasını taşır. Gazetecisi, yazarı da öyledir. Herifçioğlunun sekiz çocuğu var, televizyonda, kimse sormadan,

Beş çocuğum var! diyor. Üçünü söylemiyor.

Yaşı da kırk beşi bile bulmamış. Bir kurcalayayım dedim, bilenlere sordum: Aaa, beş değil, sekiz çocuk, üçü de kız. Kız diye çocukların saklayan kişi, ne tür bir kişidir? Doğum denetimine de nüfus planlamasına da karşıdır. Müslümanlara karşı olanların, Hıristiyanların bunu ortaya attıklarını ile­ri sürer. Yalan söyler, yalan yazar!

Din, politikaya araç edileli beri, İslamlığın gördüğü zara­rın hesabı yoktur. Kaç mektup aldım:

Ben Müslüman değilim! diyorlar. Hani, bunlar dinden imandan çıkarır insanı derler ya, öyle...

Bu ülkede, Türkiye'de değişik dinlerden, mezheplerden insanlar yaşar. Asıl bölücülük, dinci bölücülük. Kim biliyor bunların ne yaptığını? Dergileri ortada, gazeteleri ortada. Hangi camiye polis girip araştırma yapabilmiş? Yapamaz. Yaptığı görülmedi de ondan. Cinayetleri işleyenler, camiye saklanmışlarsa, kimin usuna geldi, böyle bir olasılık? On­dan sonra gelsin Müslümanlık, gitsin Müslümanlık! Bunlar keselerini doldurmaya bakarlar. Müslümanlık nerde, bunlar nerde? Utanmadan laiklik düşmanlığı, hoşgörü düşmanlığı yaparlar. Bunlar Türkiye’yi Suudi Arabistan'a çeviremezlerse, İran'a çevirmek isterler. Bunu bilmeyen mı var? Necmet­tin Erbakan'a Sinop’ta neden “Arap hâkimin oğlu " derler? Kaç kez yazdım, açıklamadı.

Onat Kutlar için pek çok güzel yazı yazıldı. Mümtaz Soy­sal’ın 13 ocak cuma günü Hürriyet'te çıkan “Tımarhanede Ölüm" başlıklı yazısı bunlardan biriydi. Şöyle başlıyordu yazı:

“Patlayıcıyı buzdolabının arkasına koyan, kesinkes söy­leyebilirsiniz ki, Onat Kutlar’ı tanımıyordu. Her gün adı du­yulan, şöhreti, güncelliği, ekran tekelini simgeleyen biri de­ğildi ki, felsefeye, sanata, şiire, sinemaya ilgisini nereden bilsin? Tanısa ve onu öldürmek istese, ‘işini Başka türlü gö­rürdü.

Herhalde öbürlerini de tanımıyordu.

Ama, biliyordu ya da başkaları ona demişlerdi ki, orada ‘onlar’ oturur.

Onlar.

Yani yazarlar-çizerler, edebiyatçılar, sanatçılar, düşünen­ler, ses çıkaranlar...

Üstelik yılbaşı öncesiydi. Camların içinde ya da ötesin­de, canlılık, mutluluk özlemi dolaşıyordu..."

Amaçtan, bu canlılığı, mutluluğu yok etmektir.

Onat Kutlar’ ın, Yasemin Cebenoyan’ın öldürülmelerin­den sonra, demeç üstüne demeç verenlerin çoğunun içten­liklerine inanmıyorum. Böyle bir ileti yollayacaklarına, pat­layıcı maddeyi koyanları bulsunlar. Cinayet, işleyenin yanı­na kâr kalmasın. Uğur Mumcu için “namus sözü "verenler nerede? Herifçioğlu,  Sivas'ta yananlar değil, yakanları sa­vunuyor. Sıkılmadan Aziz Nesin’i suçluyor.

Zaman zaman ‘domuz eti'nden söz ettim diye, "domuz sever Ekmekçi’ diye yazıyorlar. Kiminin ensesi, domuz su­cuğu gibi! Aynaya baksınlar bir kez. Çoğunluk et yiyemiyormuş, umurlarında mı? Onlar şölenlerden çöplenirler nasıl olsa.

Hiç Köy Enstitüleri’nden söz ederler mi? "Komünist yuvası” derlerdi, şimdi ne diyecekler? Demek ki, ’komünist yuvası" değil, bilim yuvasıymışlar. Devletin en tepesinde otu­randan, daha aşağılarına değin, adını anan var mı Köy Enstitüleri’nin? Süleyman Bey’e kaç kez sordum, yazıp çizdim. Yanıt yok. İslamköy'ün yanıbaşında, Gönen Köy Enstitüsü vardı, belki kaç kez içinden de geçmiş olmalı. Dünyadan, politikadan çekip gidecek, bir kez olsun, kuruluşları anmaz mı insan? Bu denli mi kör, sağır yaşayıp gidiyoruz ne?

İsmail Hakkı Tonguç:

- Bana on yıl daha verseler, Türkiye 'yi enstitülerle dona­tacağım mı dermiş? Kurtuluşun, köylünün uyanmasında ol­duğunu sezmiş. Hayır vermediler üçkağıtçı politikacılar, tüm güçleriyle çullandılar. Eski demokratların, 1946-60 dönemi kimi politikacıların Köy Enstitüleri'ne sövgülerini bir türlü bağışlamak geçmiyor içimden. Bir, DP'li Milli Eğitim bakan­larından Avni Basman, Menderes'in “Köy Enstitülerini ka­pat!" buyruğuna karşı çıkmış, görevini bırakmayı yeğlemiş. Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, Güneydoğu'da bu olaylar olur muydu? Uğur Mumcu’lar, Onat Kutlar'lar, Yasemin Cebenoyan’lar öldürülür müydü?