Hilmi Uran, tek parti döneminin bakanlarındandı. Dürüstlüğü bağnazlık kertesine getirmiş kamu görevlilerindenmiş. Şimdilerde öyleleri yok. Ömer Asım Aksoy anlatmıştı bir anısını, şöyle:
“Sekiz Gaziantep Milletvekili bir gün topluca Hilmi Uran'a gittik. Hilmi Uran o zaman İçişleri Bakanı, dönem tek parti dönemi. Tümümüzün üzerinde birleştiğimiz konu, adını şimdi açıklamayayım, Gaziantep Valisi,nin durumu. Vali hakkında çevrede çok büyük tepkiler var. Herkes onun kişisel çıkarlarını düşündüğü kanısında. Hilmi Uran'a valinin tutumundan örnekler verdik. ‘Vali 2.5 yıldır orada, onu görevden alın demiyoruz. Başka bir yere atayın, ricamız bu…’ Hilmi Uran, bizi dinledikten sonra:
Yapmam! Yanıtını verdi. Valiyi değiştirmem!
Neden? Söylediklerimizi soruşturmadınız ki...
Ben, "Milletvekillerinin etkisiyle valiyi yerinden kaldırttı" dedirtmem!
Oysa, sonraları neler görecektik, bir DP ocak başkanının iki satırlık mektubuyla, valiler, kaymakamlar yer değiştiriyordu. Şimdi de öyle...
Zaman zaman el atarım anılara. Hilmi Uran’ın anlattığı bir fes öyküsü var, eskiler bilir. Mısır elçisinin fesi öyküsü. Cumhuriyet Bayramı günlerinden birinde, Ankara Palas’ta (şimdiki devlet konukevi) resmi bir ziyafet veriliyor. Şölenden sonra, aynı otelin salonunda bir de balo düzenleniyor. Cumhurbaşkanı Atatürk, sofranın başında. Yemekte hemen hemen tüm yabancı ülkelerin elçileri, yemeğe büyük üniformalarını giymiş olarak gelmişler. Mısır elçisi de bunların arasında, sırmalı giysisiyle sofrada. Ancak, herkesin başı açık olduğu halde yalnız o, başında kırmızı bir fes taşıyor, Atatürk'ün sol yanında, birkaç kişi altında oturuyor.
Holdeki orkestranın ahengi de var. Yeniliyor, içiliyor, hafif bir sesle konuşuluyor. Birden bir olay olur, herkesin gözü oraya çevrilir. Bir garson Atatürk'ten aldığı buyruğa uyarak. Mısır elçisinin yanına yaklaşır, fesini ister ve alır götürür. Şimdi artık sofrada herkes başı açık kalmıştır. Birlik ahengini bozan kırmızı fes odadan gitmiştir. Hilmi Uran, olayın gelişmesini şöyle anlatır:
"Fakat öte tarafta da bütün davetlilerin zihninde, bu küçük hadisenin ne gibi gelişmeler gösterebileceği bir endişe halinde yaşar olmuştu. Sofrayı da sıkıntılı bir sessizlik birden sarmıştı.
Fakat bir şey olmadı. Az bir zaman sonra sofradan hep kalkıldı ve balo için büyük salonda toplanmaya başlayan kadınlı, erkekli kalabalığa karışıldı. Yalnız artık Mısır elçisi yoktu. O, fesini almış ve oteli terkedip gitmişti..."
Şapka devrimi yapmış olan Mustafa Kemal, Mısır elçisinin başında da olsa, fese katlanamazdı. Devrimlerini yaralayacak her davranışın karşısında olduğunu apaçık gösterdi. Bugün ezanın Türkçe değil de Arapça okutulduğunu, din derslerinin okullarda zorunlu duruma getirildiğini görse, kim bilir ne yapardı? Onu da Atatürkçülüğü kimselere bırakmayanlar düşünsün!
Ramazan dolayısıyla, öğrencilere "fitre" zarfları verilip, velilerden para getirmelerinin istenmesini kınamıştım. Bununla ilgili bir de genelge olduğunu öğrendim. Böyle bir genelgenin okullara gönderilmesi daha da utanç verici bir olaydır. Son yapılan değişikliklerle, Diyanet Vakfı'nın da katıldığı kuruluşlara okul öğrencilerinin elleriyle, “fitre" toplamak, toplanması için genelge yayımlamak, okulların ne duruma getirildiğini apaçık gösteriyor. Diyanet Vakfı'na gelince, “İslam Ansiklopedisi" olayıyla ilgili "Ankara Notfarı”nı okurlar anımsayacaklardır. Ergun Göze ile ilgili sözleşmeleri. Konu, henüz yargıda olduğu için şimdilik üzerinde durmayacağım. Ancak şuncağızı söyleyeyim. Diyanet Vakfı'nın malvarlığını kim biliyor, kaç milyar? "Domuz etinin haram olduğunu" yazan kitapları bile satın alıp, yayımlıyor!
Ankara'nın Çankaya'sında, sahurda sabahlara dek davul çalınıyor. Tahran caddesiyle, Kennedy caddesinin kavşağında, durmak, dinlenmek bilmiyor davullar! Okurlardan yakınmalar geliyor. Çocuklar uyanıp, annelerine sızlanıyorlar:
Anne, korkuyorum!
Sabahlara dek gözlerine uyku girmiyor çocukların. Davul geleneği kaçıncı yüzyılda kaldı? Evlerde çalar saatler var, telefonla uyandırma servisleri var, davul ne oluyor? Davulcular, inadına mı yapıyorlar?
Burada oruç tutmuyorlar, çalalım davulu da uyandıralım zındıkları!
Buna kimin ne hakkı var? Laiklikle ne ilgisi var olup bitenlerin?
“Ramazandır, kaldırın rakıları!" Diyemez kimse, içen içer, kime ne?
Atatürk’ün, İnönü'nün sofralarını da anlatır Hilmi Uran anılarında. Atatürk'ün sofrasını bilmeyen yoktur Türk aydınları arasında. Atatürk daha çok geceleri, çalışma arkadaşlarını bir sofra çevresinde toplayarak çalışır. Bu çalışmaların sabahlara dek süreni, çok yorucu, çok yıpratıcı olanları, tartışmalı geçenleri olur. Devrimlerin çoğu, hemen hep bu sofra çevresindeki tartışmalardan doğmuştur. Örneğin yazı, harf devrimi bu sofrada tartışılır. Dil, tarih tezleri uzun uzun bu sofrada görüşülür, karara bağlanır. Sofrada bir gün dilciler, ertesi gün tarihçiler, daha ertesi gün politikacılar ya da imarcılar yer alır. Odanın bir yanında duran kara tahta ile yakınındaki zengin bir kitaplık sofrada geçen tartışmaların sürekli yardımcısıdır. Atatürk her akşam rakı içmek, içerek çalışmak alışkanlığındadır. Onun için sofrada daima içki de bulunur ve gecenin uzun saatlerinde, yemek gelinceye dek, midelerinin boşluğuna dayanamayanlar sofraya konan mezelerden çöplenirler. Atatürk sofrası genel niteliğiyle bir bilginler sofrasıdır, bu bilginler zaman zaman değişir, konuya göre yerlerini başkalarına bırakırlar. Hilmi Uran, bu konuyu şöyle bağlıyor:
"Fakat, Atatürk sofrasının bir de hiç değişmeyen müdavimleri vardı. Bunlar, sadece Atatürk’ü eğlendirirler ve güldürürlerdi. Bunlar da Atatürk sofrasının, onu dile düşüren ayıbı idi."
İnönü, Hilmi Uran'a çok güvenir. Hilmi Uran, İsmet Paşa'nın sofralarını da anlatır. İnönü'nün Sofralarında asıl olan yemektir, içki, ayrıntıdır. Hilmi Uran şöyle der anılarında: (Bazı sözcüklerin Türkçelerini ben yazdım).
“Çağrılılar tamam olup da artık sofraya oturulmak zamanı geldiğinde, hemen daima İnönü kalkar, keyifli bir şakacıkla masaya doğru ilerler ve 'kim ısmarlayacak bize birer rakı?' diye herkese sofrada rakı içileceği umudunu verdikten sonra, gözüne kestirdiği o günün herhangi bir çağrılısına bir iltifat olmak üzere, 'bize... bey'den birer rakı getir' diye garsona buyururdu. Sofraya da böylece oturulurdu. Fakat sofracılar tenbihli olacaklar ki, o birer kadehin daha dipleri görülmeden herkesin önüne çorbayı dayarlardı ve çağrılıların rakı ve içki diye görüp görecekleri de ondan ibaret kalırdı. İnönü, o tek kadehle neşelenmiş görünür ve yemeğini daima iştah ile yerdi. Fakat bu artık, rakının verdiği neşe mi, yoksa konuklarını birer kadehten sonra, hemen yemeğe başlattığının verdiği bir neşe mi? Anlaşılamazdı. Sonra, Atatürk merhumun sofrasında, hele son zamanlarda, ciddi meseleler olarak, daha çok dil ve tarih konuları konuşulurdu. İnönü'nün sofrasında ise, küçük büyük her çeşit devlet ve hükümet sorunları sözkonusu edilirdi. Çünkü İnönü gerçi Başbakanlıktan ayrılmış, Cumhurbaşkanı olmuştu, fakat gerçekte artık başbakanın görmesi gereken işlerden kendini bir türlü ayıramamıştı. O, her bakan ile ayrı ayrı görüşüp kendince gerekli saydığı bilgiyi almadıkça rahat edemez ve işlerin de istenildiği gibi yürümekte olduğuna inanmazdı..."
11 Mayıs 1987, Cumhuriyet