Anadoluhisarı’nda piknikte...

Adam, çayın öbür yakasına geçecekmiş; karşıda karısı doğum bekliyormuş. Paçaları sıvayıp çaya dalmış adam, ama geçememiş.
Karşıda kadın doğum yapmış, aradan yıllar geçmiş, beş yıl mı ne?
Çocuk büyümüş, beş-altı yaşına basmış. Annesine sormuş:
Anne, benim babam nerede?
Su götürdü yavrum, dereyi geçemedi, suda boğulup öldü...
Çocuk, gözlerini iri iri açıp, şöyle demiş:
Babam, aşağıdaki köprüden dolansaydı, şimdiye gelir miydi?
Herşeyde zamanlama çok önemli kuşkusuz; Bazen beş-on yıl, kimine beş-on saniye gibi gelir; kimine de beş saniye, beş yıl...
Yedi aylık olduğumdan mı ne, ivecenim. Bir arkadaş şöyle demişti:
Ekmekçi bir yerde on beş dakikadan çok oturamaz!
Cezaevlerindekiler ne yapıyorlardır? Cezaevi dedim de, İstanbul’da Yalçın Küçük'ü, görüşemeyeceğim için aramadım. Selâm yolladım. Sadun Bey’den kart aldım. “Görüldü'' yazılı kartta, şöyle diyordu:
“Mustafa kardeşim.
Bayramını kutlar, en iyi dilek ve sevgilerimi gönderirim.
Oktay Akbal'ı aradım, gündüzleri çıktığı için evinden telefonla konuştum.
Osman Şahin, Şile Cezaevi’nden Yalova Cezaevi'ne gitmişti. Mektup aldım, şöyle diyordu Şahin:
"... İyiyim. Moralim ve sağlığım yerinde.
Hapislikte üçüncü ayımı da geride bıraktım, önümde daha yedi aya yakın bir zaman var. 26 hafta, 14 görüş günü demektir bu. Dört duvar arasındaki hükümlünün zaman ölçeği, saati, takvimi de bu aylarla, görüş günleri işte.
Hapislikte ilk günler, haftalar, çok sıkıntı çekilir, insan bilinci, binlerce ton ağırlıktaki suyun altında kalmışçasına olur. Sacının ucundan, ta ayağının tırnağına kadar ağır bir psikolojik yükün altında kalır, ezilir. Bastığı yer, yattığı yatak, ona yabancı gelir. Ona, haketmemiş gibi gelir. Sonra o da volta atmaya başlar. Sekiz-dokuz adımlık voltalarla bir küçük gezginci olur. Sabah akşam yürür. Bir yer bulabilirse mahkûm dolap beygiri gibi, gözlemi bağlaşan, makineleşmiş bacaktan sekiz adım sonra kendiliğinden geri dönecektir.
Hapislik dediğin Yusuf Peygamber'in katı. Yusuf Peygamber tam yedi yıl hapis yatmış. Ancak hapislikten sonra Peygamber olmuş...."
İstanbul’da nereye gitsek? diye düşünüp duruyorduk. Emil Galip:
Büyükada'ya da gelin, orada piknik yaparsınız! demişti.
Boğaz vapuruna atlayıp, şöyle bir boğaz gezisi yapmak vardı. Birinden birine gidecektik...
Bu kez, yeni bir öneri geldi; Başaran'ın kızı Filiz Özayten ile eşi Kadri Özayten şöyle dediler:
Bizim bir arkadaşlarımızın Anadoluhisarı'nda küçük bir evleri var, onlar bayram dolayısıyla Karadeniz'e gittiler “İsterseniz gider resim yaparsınız” diye anahtarı bize bıraktılar. Sizin de okurunuz onlar, haydi pikniği orada yapalım...
Anadoluhisarı’nın yamacında minicik bir kira evi, çok güzel. Yiyecek, içecek aldık. Domates, salatalık, çeşitli meyveler...
Arabalarımız tırmandı yokuş yukarı, boğaz ayaklarımızın altında. Doğa nasıl güzel. Boğazda vapurlar, büyükçe birer oyuncak gibi. Sandallar minicik. Nar ağacında narlar daha kızarmamış. Defne dallarından defne kokuları geliyor. Defne yaprağı, sivrisineklere de birebir geliyormuş. Evin içine koydunuz mu. sivrisinekler toz! Birkaç saat içinde tüm sıkıntılarımı unuttum sanki...
Karşıda Rumelihisarı, Orhan Veli geliyor usuma. Çocuklar ayrı oyun kurdular; oynuyorlar. Güneş. Burçak, Devrim, Sıla, Eylem’le Özlem...
Güneş soluk soluk tepelerden battı, Rumelihisarı'nın. Anadoluhisarı'nın kuleleri ışıklarla aydınlatıldı; gözümüz güzelliklerde kaldı. Ev sahibi "gözüm”lere gönlümüzden bir teşekkür bırakıp, indik yamaçtan aşağı.
İstanbul turist dolu ; daha çok Arap turistler, hem Müslüman! Para saçıyorlar. Çoğunu Anadolu Uygarlıkları Sergisi’nde gördüm.
İstanbul bunun burası. Kimi yaşıyor beyler gibi, kimi sürünüyor.
Yahya Kemal ne dermiş?
Ankara ’nın en çok. İstanbul’a dönüşünü severim!
Ben de galiba, İstanbul'dan Ankara'ya dönüşü seviyorum ama, arada bir Ankara'dan kaçış da fena olmuyor doğrusu...
Ankara, siyasal olayların cıvıldadığı kent. Ankara'ya döndüğümde daha “veto’lar açıklanmamıştı. Kendi kendime:
Sipere yatıp, beklemeli' diyordum...
Eşim, çocuklar İstanbul'da kaldılar; zaten 3 kişilik tren bileti bulabilmiştik. Ben Temel’in arabasıyla döndüm. İzmit'te, İbrahim Akdoğan'ı aradık. Yalova'ya gitmiş. Abant'a uğrayıp, orada çay içmeyi tasarlamıştık.
Bir de ne görelim?
Yahu, Yaşar Kemal değil mi geçen?
Bilmem
Arabayı geri aldık, evet o. Mavi eşofmanları çekmiş, yürüyüşten geliyormuş. Her gün ondört kilometre yürüyormuş. "İnce Memed'”in yeni cildini yazıyormuş. Günde on iki kitap sayfası yazarmış. Daha Kasım'a dek buradaymış. El yazısıyla yazdığı kağıtlarda tek silinti yoktu.
Otelde, onu görenler:
Bak! Yaşar Kemal geçiyor! diyorlardı.
Yaşar Kemal bizi, gurbetten gelmişiz gibi ağırladı. Ayrılırken, Temel'in eşi Türksel’e, kendisine armağan edilen güzel bir çiçeği sundu.
Orada bir saate yakın kaldık: Ankara'ya döndüğümüzde geceyarısı oldu, olacaktı...