Altmışıncı yıl...

Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı yayınları arasında çıkan "Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk" yapıtı yeni elime geçti. Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya'nın, "Tarihin Yolu Nasıl Keşfedilir? Atatürk ve Osmanlı Mirası" başlıklı yazı, yapıtın girişini, ilk yazısını oluşturuyor Tunaya, şöyle giriyor:
"Atatürkçülük, Atatürk'ün 100. doğum yıldönümünde, hâlâ karışık ve karıştırıcı tartışmaların konusudur.
Atatürkçülük bir ideoloji midir, değil midir? Zamanın dışında değişmez midir, değil midir? Onun söyledikleri ve yazdıkları mıdır? Bir "Parti Programı"nın oklarından mı ibarettir?"
Sorular, düşünce sökükleri gibi, sübjektif görüşlerin, kişisel çıkarların yükleriyle ağırlaşarak başlarını almış gidiyor.
Asıl zorluk da, bu keşmekeşin üretimi...
Sanki her şey Atatürkçülük ve sanki herkes Atatürkçü. Oysa devrimciler, tarihsel birikimlerin eseridir. Ama, annelerini yumruklayan çocuklar gibi, geçmişi yadsımak ve yenilerini kanıtlamak için de ondan kopmak isterler. Acımasızdırlar. Ne var ki "tarih ana" bekler ve devreye girer.
Bugünden düne giderek kökleri araştıran Tunaya, "emperyalizm" bölümünde özetle şöyle der:
"Osmanlı ıslahat çizgisi dışına çıkıldıkça, dış baskıların acımasız temsilcileri olan emperyalist politikalarla ve kapitülasyonlarla savaşmak gerekmiştir.
Atatürkçü ekibin, İkinci Meşrutiyet laboratuvarından edindiği ilk "tecrübe", hem dış baskı, hem de ulusal ve devrimci kalkınma olgularının bir arada olamayacaklarıydı. Üstelik dış baskı, faizci ve sömürücü yardımlarla yetinmiyor, bir ülkeyi kendi siyasal, ekonomik ve kültürel etkisi alanına alarak uydulaştırıyordu. Bir deney daha: Dış baskı, "ıslahat" perdesi ve bahanesiyle, devlet ve bürokrasisi üstünde de ağır basıyordu.
Asıl amacı, toplumun kalkınmasının daha da geriletilmesine yönelebiliyordu.
"Kuşkusuz bütün bunlar emperyalizmin tabiatında vardı ve kendi bakımından tutarlı sayılabilirdi. Ne var ki, uyudulaştırılmaya mahkûm edilen “mazlum” ülke, kendi yapısal tutarlılığı içinde, öz politikasını gütmekten alıkonuyordu...”
Tunaya, Devrim'in mantığını anlatırken şunları da söyler:
"Devrimler, diyaloglar içinde diyaloglar kurarak gerçekleşir. Eski kabuklarını atan yeni kelebekler gibi, değişmeler birbirini izler
Bir uçta 1876’cı yasal düzen ve bu düzeni oluşturan asalak ve çürümüş organlar ve onların savunucuları... Öteki uçta da yeni bir doğa örtüsünden fışkıran, üstünde devrim sabahının çiğleriyle dipdiri yeni bir düzenin tüm filizleri… 1920’deki boşluğu dolduran siyasal "tabiat hadisesi" budur."
"Sonuç" bölümünde de, Tunaya, sözü bağımsızlığa getirerek şöyle noktalar
"... Türklere ve Türkiye'ye bağımsızlık, belli bir emperyalizm faturasıyla, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal bağımsızlıklar alanında yabancıların etkilerini saklı tutmaları koşuluyla "verilmiş" değildir. Atatürk’le alınanı Atatürk’çe koruyabilmek, Türk devriminin temel ve gerçek ilkesidir."
Cumhuriyet’in altmışıncı yılındayız. Az buz değil, koskoca altmış yıl. Cumhuriyet’te, Nadir Nadi'nin “Bir Yazarın ilk Gazetecilik Yılları”na ilişkin anıları çıkmıştı Ali Sirmen'in sorularına yanıtlar biçiminde hazırlanan yazı dizisi 21 eylülde başladı, 4 ekimde bitti. Nadir Nadi, Ali Sirmen'in "... O yıllardan bu yana yarım yüzyıl geçti. Şimdi bu diziyi bitirirken o yılları yeniden anımsadığınızda neler hissettiğinizi, bunca yıllık gazetecilik deneyiminden geride kalan duygunun ne olduğunu ve genç meslektaşlarımıza söylemek istediklerinizin neler olduğunu sorabilir miyim?” biçimindeki son sorusuna, bir yerde özetle şu yanıtı vermişti
"Uygar dünyada yuvarlak rakamlı yıldönümleri daha bir ilgiyle anılır. Biz nedense bu noktaya pek aldırmayız. İstanbul un fethinin 500.yıldönümünü nasıl kutlamışsak 501. 510 530 yıldönümlerini de öyle kutlarız. Bu gidişle 550, belki de 600. yıldönümlerini de aynı tekdüze gösteriler çerçevesinde kutlayacağız. Korkarım bu ay sonunda Cumhuriyet’in 60 yılı da parlak nutuklar, gösterişli geçit törenleri, fener alayları arasında gelip geçecek. Oysa yuvarlak rakamlı yıldönümleri daha bir dikkat ister. Bu gibi yıldönümleri, birer kilometre taşı niteliğinde olmalıdır. Nereden kalktık nereye geldik, ortaya eserler konmalı, kitaplar yazılmalıdır...
Genç meslektaşlarıma söyleyeceğim kısaca şudur: Gerçeği, doğruyu arayınız Tutumunuzda içtenlikten ayrılmayınız, ve en önemlisi insanları seviniz..."
İnsanları sevmek, bana, bağışlama duygusunu da anımsatıyor. Cumhuriyet’in altmışıncı yılında bir, "genel bağışlama " yani, bir "genel af", geçmişe sünger çekme. Cumhuriyet’in yaşına nasıl da uygun düşerdi.
Bir halk sözü var. Pek ince değil ama, güzel. Şöyle:
— Üzüm yiyen ayıyı, pekmez çıkarana dek kovalamazlar.
Atatürk'ten sonra, Cumhuriyet’in gereklerini de yerli yerince gerçekleştirebildik mi bakalım?