Torbalı Belediye Başkanı Ertan Ünver, gecenin bir yarısı, kente on beş kilometre uzaklıktaki Beşikçioğlu bağlarında, konuklarına halk gülmececilerinden fıkralar anlatıyor. Bir yandan misket üzümüyle rakı içilirken, bir yandan da konuşuluyor. Ertan Ünver şöyle diyor:
Siz, Ermo'nun asıl öyküsünü dinlemediniz, 7 Eylül 1922 günü, Yunan'ı önlerine katmışlar, Aydın'dan buraya doğru, Torbalı'ya geliyorlar. Şimdi, “Yunan'ın makinesi yeni" diyor Ermo, "Lokomotifi yani, 110-120 yapıyor" diyor, "Ben sıkıştırıyorum, sıkıştırıyorum, Atatürk bakıyor ara sıra, 'Haydi oğlum Ramazan' diyor."
Emredersiniz komutanım, diyorum, 150-200 kiloluk odunları atıyorum, pat pat! O zaman odunla çalışıyor. Nerdee, şimdiki gibi mazotla, kömürle... 150 kiloluk odunu yükleniyom. yallah içeri. Onar, on beşer tane atıyom, kızdı, duramıyok artık içeride. Hava da biraz soğudu.- Ermo'nun adamlarından Ercan, o sırada lafa karışır "Yahu, 7 Eylül değil mi Torbalı'nın kurtuluşu?" Ermo durur mu, yanıt hazır: "Yahu, o zamanki 7 Eylüller, şimdiki 7 Eylüller mi?" (Kahkahalar). Neyse, anlatıyor Ermo:
Biz Torbalı'yı geçiyoruz, birden “tak" diye bir ses duyuldu. Kol kırıldı, cıvatasından çıkmış "tak tak" tekere vuruyor; Atatürk seslendi:
Ramazan, bu işi bırak artık, orada hallederler, dedi. İzmir'de hallederler, onlar denize dökerler, dedi. Sen sıkıştırma makineyi, dur falan dedi: Sağlık köyünü ya geçtik ya geçiyoruz...
Komutanım, olur mu öyle şey, dedim.
Ne yapacaksın oğlum, dedi
Siz bir dakika şurayı tutun, fazla buhar kaçırmasın!
Atatürk indi, buhar kapağını tuttu! Ben yandan şöyle bir sarkıverdim, kol yukardan geçerken, bir vurdum, geçti! Elimi üstüne koydum, kapak olarak. Bir baktım tak tak tak! Kemer'den geçiyor (Kahkahalar). Sağlık köyünden Kemer'e kadar, böööyle elini koymuş...
Fakat, Alsancak'ta Yunan askeri ya iniyordu, ya inmiyordu. Atatürk:
Hücuuum, dedi Kemer'den. Bizim asker indi trenden, zaten arası beş yüz metre, hepsini tak tak tak temizledik. Sonra, karşı tarafta, Alsancak Garı'nın yakınında, herkes artık kolayca geçmiş. Atatürk şöyle dedi:
Ben yapmadım bunu. Ramazan yaptı!
Herkes, “Ramazan, Ramazan çok yaşa!" diye omuzlara kaldırdılar.
(Ermo'nun yani Arabacı Ramazan'ın arkadaşı Ercan -ki, ancak Ercan, o anlatırken lafa karışabilir.-"Ermo”ya önce "Eros” dediler, o tutmadı, "Ermo" tuttu. Ona kimse "Arabacı Ramazan" diyemezdi, “Çingene Ramazan" hiç diyemezdi. “Ermo", bir çeşit "Süpermen" gibi bir şey oluyordu.)
Ercan lafa karışıyor:
Yahu Ermo! Sen o kurtuluş gününde, İzmir'de bilmem ne yapıyor, biz burda bayram ediyoz, sen yoksun!
Bıraksana yav, Atatürk "Gel oğlum!" dedi. "karaçay"a, yani faytona; gel oğlum, Ramazan'ı memleketine götür, dedi. Tak tak tak, yarım saatte karaçayla Torbalı'dayız. Orada da durumu öğrenmişler, ben eller üzerinde dolaşıyordum, 1922'nin 7 eylül günü..."
Ertan Ünver, bunları aktardıktan sonra, konuklara şöyle diyor:
Biz işte bugün arkadaşlar, onu kutladık, saygılarımla! (Alkışlar)
Halil Efe’nin domatını anlat!
Halil Efe de TorbalI'nın, kahvelerde dinlenen ünlü öykücülerinden. Muzaffer İzgü, Müjdat Gezen kulak kesilmişler, dinliyorlar Halil Efe’nin öykülerini. Halil Efe'ye, "Ayvalıklı Halil" de derler; o anlatırken araya girip soru sorabilen yalnız Osman Ekici var, o soru sorabilir ancak. Başkası soramaz! Halil Efe'nin eşi Saadet Hanım da Halil Efe'ye inanmıştır. O da zaman zaman söyler:
Be Halil, domatı anlatıve len!
Ertan Ünver anlatıyor "Halil Efe’nin domatı" öyküsünü. Ama, önce Mustafa Kemal'le aynı okulda okuyuşlarını dinliyoruz:
Ali Rıza Efendi, geliyor bir gün Mustafa Kemal'in kafasını tutuyor böyle, birde Halil Efe’nin, "Halil, diyor, sen Mustafa'dan kafalısın!" diyor. (Kahkahalar) Fakat, diyor Halil Efe, "İşte buyurun, Mustafa Kemal okudu, Atatürk oldu; biz çiftçi Halil"
İşte o sırada:
Sen 1932 doğumlusun, bre salak, bu adam 1881 doğumlu filan diyebilir misiniz? Bu mümkün mü?
Osman Ekici soruyor Halil Efe'ye:
Ali Rıza Efendi nereden anladı, senin Mustafa Kemal'den kafalı olduğunu?
İnsanın başında, ayrı bir yer var; on yaşına kadar takip ettin ettin, gitti... Osman Ekici, başını gösteriyor Halil Efe'ye:
Halil Efe, bak bakalım, benim kafaya...
Ulan inek! Sen on yaşından büyük değil misin? On yaşına kadar anlaşılır o. İlkokul bire gidiyorduk, yedi yaşındaydık Atatürk'le ikimiz. Ali Rıza Efendi, baktı anladı!
Kimi de lafa karışmak istiyordu:
Halil Efe, yarın evleniriz, çoluğumuz çocuğumuz olur, anlayalım biz de...
Ulan serseri, sız evlenin çocuklarınız otsun, ben bakacağım onların kafasına! Herkese söylenir mi o? Çocuklarınız üç- dört yaşına geldiğinde ne olacağını söyleyeceğim...
Halil Efe, durmuyor anlatıyordu:
Alı Rıza Efendi'nin çoook leblebisini yedim! Hiç tuz koymuyorlardı leblebiye, topraktan tuzlu oluyordu leblebi. Selanik'te denize yakındı, topraktan kendiliğinden tuzluydu leblebileri. Ali Rıza Efendi’nin leblebileri!
17 Eylül 1989, Cumhuriyet